Yunan Adaları

Santorini

 

Santorini bugüne kadar gördüğüm Yunan adaları arasında estetik güzelliği ile en çarpıcı olanı. Santorini’yi bu kadar özel kılan, volkanik yapısı ve bu yapıya uyumlu yerel mimarisi. Antik çağlardan bu yana adı volkan patlamaları ve depremlerle birlikte anılan; bazı arkeologlarca “Ege’nin Pompeisi” olarak adlandırılırken, kayıp şehir Atlantis efsanesiyle de ilişkilendirilen ada, her yıl bir milyonun üzerinde gezgini kendine çekiyor.

Santorini’ye 28 Ağustos 2013’te akşam saatlerinde Atina üzerinden yarım saatlik bir uçuşla ulaştık. Uçağımız Monolithos’taki havalimanına doğru inişe geçtiğinde pencereden ilk gözüme çarpan adanın siyah kumlu plajları oldu. Güneş batmak üzereyken karaya ayak bastık ve kiralama şirketinden aracımızı alıp adanın merkezi Fira’ya hareket ettik. Karanlıkta vardığımız Fira’da, ana cadde üzerinde yer alan ve muhteşem bir manzaraya hakim olan Kavalari Hotel’e yerleştik. Sekiler üzerine kurulu olan ve avludaki odalarına bol basamaklı merdivenlerle inilen otelde asansöre yer yoktu, bavulları taşımak biraz yorucu oldu. Otelden çıkıp çevreyi keşfe koyulduk. Ana cadde ve onu kesen sokaklar ışıl ışıldı, ilk gördüklerimiz bembeyaz bir kilise, renkli sanat galerileri, lüks butikler ve mücevher mağazaları, barlar ve kalabalık restoranlardı. Önceden rezervasyon yaptırdığımız Argo by Constantin restorana yürüyerek gittik, menüde kızarmış patates ve iç pilav eşliğinde yerel balık, kalamar ve birkaç mezeyle beyaz şarap vardı. Dondurmalı browni ile biten akşam yemeği kişi başı 50 euro civarındaydı, fiyatlar gezimizin önceki durakları olan Kos, Kalimnos, Leros ve Girit’le kıyaslandığında oldukça yüksekti.

Yemek sonrası Fira’nın dar sokaklarında dolaşırken kendimizi Bodrum’un Barlar Sokağı’nda ya da Gümbet’te zannettiğimiz oldu, dükkanlar geç saatlere kadar açıktı ve her taraf insan kaynıyordu. Adanın en kalabalık aylarının Temmuz ve Ağustos olduğunu öğrendik, bizim gezimiz de bu kalabalık sezonun son günlerine denk gelmişti.

Ertesi gün adanın kuzey ucunda yer alan, setler halindeki daracık sokakları, beyaz ve pastel tonlardaki varil damlı evleri, mavi kubbeli kiliseleri ile Santorini’nin dünyaca bilinen yüzü haline gelen geleneksel Oia kasabasına hareket ettik. Nomikos caddesinin ortadan ikiye böldüğü Oia’nın krater kayalıklarına kurulu evlerinin altta kalan bölümü geçmişte gemi tayfaları için kayalar oyularak yapılmış ve “yposkafa” olarak adlandırılmış, terastaki evler ise gemi sahipleri ile kaptanları için inşa edilmiş ve “kapetanospita” adı verilmiş. Oia, 1650’de deniz altındaki volkanın patlamasının yol açtığı sarsıntıda ve 3 asır sonra 1956’da yaşanan deprem felaketinde büyük zarar görmüş ancak her seferinde küllerinden yeniden doğmayı başarmış, bugün estetik güzelliği ile dünyanın en ilgi çeken yerlerinden biri haline gelmiş.

Oia’dan sahile doğru arabayla indiğimizde karşımıza 19. yüzyıldan kalma balıkçı köyü Ammoudi çıktı. Kantharos plajında denize girip, Dimitris Taverna’da balık, peynirli Yunan salatası, cacıki ve favadan oluşan yemeğimizi yedik, likör eşliğinde gelen kahvelerimizi içerken keman çalan genç bir hanımla ona eşlik eden akordeoncu adam kulağımızın pasını sildi. Tavernanın Amerikalı işletmecisi, bayramda çok Türk müşterileri olduğunu anlattı, “Birkaç yıl önce İstanbul-Santorini arasında direkt uçuşlar vardı, ziyaretçimiz daha fazlaydı” dedi.

Ammoudi’den Oia’ya döndüğümüzde güneş hala tepede ve yakıcıydı, sıcaklık 35 dereceye yakındı. Denizle göğü ayıran ufuk çizgisinin pustan ve nemden kaybolması insana sonsuzluk duygusunu veriyordu. Ana caddeden denize doğru dik inen kayalıkları süsleyen taraçaları, bunların çakıl taşları ile zarif desenler çizilmiş zeminlerini, bahçe dekorasyonuna damgasını vuran ahşap, mermer ve ferforjenin beyaz ve füme renklerde şezlong ve şemsiyelerle oluşturduğu göz okşayıcı kombinasyonu hayranlıkla izledik. Küpler ve toprak saksılar içindeki rengarenk çiçeklerle çardakları kaplayan begonvillerin çerçevelediği bu tablo karşısında Oia’yı ‘Santorini’nin mücevheri’ diye adlandıranlara biz de hak verdik. Sonra Fira’daki otelimize döndük, günbatımı saatinde yanık adalar olarak adlandırılan Palea ve Nea Kameni üzerinde kayıp gitmekte olan güneş son ışıkları ile taraçalardaki kireç badanalı evleri gülkurusu renklerine boyarken, manzaranın güzelliği nefesimizi kesti. Geceyi İdol Cafe’de, domates marmeladı ile sunulan peynirli kadayıf böreği ve salatadan oluşan hafif bir akşam yemeği ile sonlandırdık.

Ertesi gün adı “kale” anlamına gelen, Ortaçağ’dan kalma eski evlerin, Venedik kalesinin ve Bizans kiliselerinin yer aldığı büyük bir köy olan Pyrgos’a hareket ettik. Bol çanlı iki kilisesi uzaklardan seçilebilen Pyrgos’un dar merdivenli yollarında dolaştık. Renkli ahşap kapıların perdelediği avlulardan sardunyalar taşıyordu. Meydanda 1. Dünya Savaşı yıllarında ölenler anısına yapılmış bir anıt yükseliyordu. Tepedeki, pembe zakkumların çevrelediği kiliseyi gezdikten sonra Frank Cafe’ye oturup kahvelerimizi sipariş ettik. Küçük bakır cezvelerde gelen bol köpüklü Yunan kahvelerini içerken, etrafımızdaki ayçiçeği saksılarının ardında kalan muhteşem manzarayı seyrettik. İlyas Peygamber Manastırı bu köye sadece 3 kilometre mesafedeydi ve adanın en yüksek noktasını oluşturan 550 metrelik bir dağın üzerindeydi. Daha sonra kilisenin ardındaki antik kale surlarında dolaştık. Pyrgos’tan ayrılmadan eski tarım aletlerinin sergilendiği ve geleneksel ürünlerin satıldığı bir mağazadan Büyükada’daki asmamız için üzüm bıçağı satın aldık. Santorini’de asmaların yerlerde süründüğünü, çardaklarınsa begonvilleri ağırladığını gözlemledik.

Öğleden önce adanın doğusunda 5 kilometrelik bir alana yayılmış siyah kumlu plajlarıyla ünlü sayfiye yeri Kamari’de denize girdik, Mesogaia Restoran’da yemek yedik. Kamari’ye tepeden bakan Dor kenti Antik Thira’yı görmek üzere saat 15.00 sularında arabayla 369 metre yükseklikteki Mesa Vouno’ya çıktık ancak arkeolojik sitenin giriş kapısı biz gelmeden biraz önce kapanmıştı. 1860’larda yapılan kazılarda elde edilen, geometrik kırmızı-siyah vazoların da arasında yer aldığı buluntuların bir bölümünün, Fira’da Arkeoloji Müzesi’nde sergilendiğini öğrendik. Manzarayı fotoğraflamak için araçtan indiğimizde kuvvetli rüzgarın uğultusu kulaklarımızda yankılandı ve ayaklarımızın yerden havalandığını hissettik.

Bir sonraki durağımız Vothonas Şarap Müzesi’ydi. Yerin sekiz metre altındaki müzede şarap imalatı ile ilgili her aşama için renkli canlandırmalar yapılmıştı, bunlara ilişkin hikayeleri ise müze girişinde verilen kulaklıklardan Türkçe olarak dinledik.

Akşamüzeri “Santorini’ye gelip de Oia’nın meşhur günbatımını izlemeden dönmek olmaz” diyerek soluğu tekrar sıra dışı güzellikteki bu kasabada aldık. Ana cadde üzerinde ve iki cephedeki manzaraya da hakim olan Petros Fish Taverna’nın terasında akşam yemeğimizi yiyerek sohbet ederken garson elinde küçük bir uzo şişesi ile masamızda belirdi ve bunun yan masadaki beyefendinin ikramı olduğunu söyledi. Aynı anda Türkçe “Merhaba, hoşgeldiniz” diyerek bizi selamlayan bu bey kendisini Achieve Global grup ortaklarından John Alatopoulos olarak tanıtıp, “Eski Heybeliadalıyım. Türkçe konuştuğunuzu duyunca sizi tanımak istedim” dedi. Atina’da ve iş için sık gittiği İngiltere’de birer evi olduğunu söyleyen Alatopoulos, Santorini’deki bir arkadaşına misafir geldiğini, bu yıl Yunanistan’a Türkiye’den gelen turist sayısının 700 bini aşmasının sevindirici olduğunu, kendisinin de en son bu yıl bir kongre için İstanbul’a geldiğini anlattı.

Ertesi sabah Fira’daki otelimizden 270 metre aşağıdaki küçük liman Skala Fira’ya doğru uzanan kıvrımlı dar yolun 580 basamağını yürüyerek bir saatte katettik. Aynı yolu beş Euro karşılığında katır sırtında aşağıdan yukarı doğru çıkan, çoğu Amerikalı ve İtalyan olan turistlerle burun buruna gelip, hayvan dışkılarının kayganlaştırdığı zeminde düşüp yaralanmamak için azami dikkat sarfetmek zorunda kaldık.

Fira’nın falezlerinde özgün mimariyi yansıtan yapılanma öyle incelikli düşünülmüştü ki taraçalar ve renkli merdivenlerle sırt sırta vermiş kireç badanalı çok sayıda küçük ev ve işyeri, birbirlerinin manzarasını kesmeden geniş ufka ve Santorini grubunu oluşturan diğer volkanik adacıklara selam duruyordu. Bu tabloda en göz alıcı olansa, mavi kubbesi ve beyaz çan kulesi ile Santorini’nin simgesi haline gelmiş 18. yüzyıl kilisesi Agiou Mina’ydı.

Skala Fira’ya vardığımızda bir cafede dinlenip getirdikleri yolcuları filikalarla sahile taşıyan dev gemileri izledik ve sonra teleferikle Fira’ya geri döndük. Öğle yemeğimizi Dionysos in Atlantis restoranda yedik. Volkanik adanın bazı arkeologlarca kayıp şehir Atlantis’le ilişkilendirilmesinden olsa gerek, restorana bu ad verilmişti. Programımızda önemli bir arkeolojik sit alanını ziyaret olduğu için oyalanmadan adanın güneybatısındaki Akrotiri’ye hareket ettik. Girit’teki Minos uygarlığının yerleşimlerinden biri olan Akrotiri, 3 bin 500 yıl önce meydana gelen volkanik patlama sonucu tonlarca volkanik külle kaplanmış ve bu sayede içindeki kanalizasyon sistemine sahip büyük evler, erzak saklanan depolar ve dev küpler bozulmadan kalmış. “Ege’nin Pompeii” benzetmesi yapılan Akrotiri 1967’deki kazılarda gün ışığına çıkarılmış. Ancak Pompeii’den farklı olarak Akrotiri’de hiç cesede rastlanmamış. Burada bulunan ve en ünlüleri “Genç Balıkçı” ile “Genç Boksçular” olan freskler arkeoloji müzelerinde sergileniyor.

Arkeolojik gezimizi tamamladıktan sonra sahilden bir tur motoruna binerek sırasıyla siyah, kırmızı ve beyaz kumlu plajların yer aldığı bölgeyi gezdik. Motorla kalkış noktamıza geri dönüp Fener’in bulunduğu adanın en güney ucuna hareket ettik. Yolda el işareti ile bizi durduran siyah matem elbiselerine bürünmüş yaşlı bir adalıyı arabamıza aldık. Kendisiyle benim çat pat Rumcam aracılığı ile anlaştık ve onu gideceği kiliseye bırakmak için rotamızı değiştirdik. İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince “Türkiye poli oreya” (çok güzel) dedi. Ben de Santorini’yi çok beğendiğimizi söyledim. Arabadan inince beni, eşimi ve kızımı kucaklayarak öpen, defalarca “efharisto parapoli” (çok çok teşekkürler) diyen Santorinili bu teyze, arabamız gözden kaybolana kadar arkamızdan el salladı. Fener’e gidip fotoğraf çektikten sonra Vlychada’ya geçip yat limanında Limanaki restorana oturduk. Adanın yerel ürünlerinden olan, az çekirdekli ve kızartıldığında fazla yağ çekmeyen, acısını çıkarmaya da gerek olmayan ünlü beyaz patlıcanını ilk kez burada tattık. Rahmetli annem patlıcanla o kadar çeşitli ve lezzetli yemekler yapardı ki yaşasaydı bu beyaz patlıcanları tatması için hiç üşenmeden Santorini’den İstanbul’a taşıyabilirdim. Santorini’nin bir diğer yerel lezzeti olan minik çeri domatesler de 2013’te adanın Gastronomi Yılı kutlandığından her lokantada ön plandaydı.

Fira’daki otelimizden 1 Eylül sabahı ayrıldık. Havalimanına geldiğimizde bizi uzun kuyruklar bekliyordu. Turizmden bu kadar büyük pay alan bir merkez için havalimanı son derece küçük ve karmakarışıktı. 11.30’da Santorini’den havalanan uçağımız 12.00’de Atina’ya indi. Atina’dan İstanbul’a uçarken aklımda hep, Santorini’nin imrenerek izlediğim estetik güzelliği vardı.

 

Osmanlı yönetimi

Ortaçağ’da Oia, adanın Venedikliler tarafından kullanılan kalelerinden biriymiş. Bu dönemde kale sayısız korsan saldırısına uğramış. 1537’de Barbaros Hayrettin, Kea ve Mikanos’la birlikte Santorini’yi ele geçirmiş. Barbaros, adanın yöneticilerini Sultan’ın hükümdarlığını tanımaya zorlamış. 1579’da Santorini, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olmuş ve Sultan’a vergi ödemeye başlamış. Osmanlılar Santorini’nin değirmenlerinden esinlenerek adaya Değirmencik adını vermiş. Adaya yerleşmeyen Türkler burayı kolonize etmemiş, Santorini göreceli bir otonomi içinde yaşamış. Osmanlılar karşısında adayı temsil edecek yöneticiyi de kendileri seçmişler. Osmanlı yönetimini temsilen iki yılda bir Santorini’ye gelen bir kadı, adaleti sorgulamış. 1807’de Rusya Savaşı sırasında Türkler, gemicilikte ileri olan Santorini’yi Osmanlı donanmasına 50 denizci göndermeye zorlamış. 242 yıl süren Osmanlı hakimiyeti 5 Mayıs 1821’de Yunan devrimiyle birlikte, Kaptan Evangelos Matzarakis’in Yunan bayrağını Santorini’ye çekmesiyle son bulmuş. 1830’da bağımsız Yunanistan’ın bir parçası olan ada ülkenin 3. büyük gemi filosuna sahipmiş. 165 ahşap gemi Ege ve Akdeniz’i dolaşıp “Vinsanto” (koyu bronz renkte geleneksel tatlı şarap) ticareti yaparken dönüşte adaya kaptanlar için porselen ve gümüş taşımış. Ada gemicilik ve şarapçılık dışında geçimini tekstil ve başta domates olmak üzere tarımsal üretim ticareti ile sağlamış. 2. Dünya Savaşı yıllarında İtalyan ve Alman işgaline uğrayan Santorini 1956’daki deprem felaketi ile de nüfus ve ekonomi açısından büyük kayıplar yaşamış. 1970’lerin sonundan itibaren turizmin gelişmeye başlamasıyla ada ekonomisi de atağa kalkmış.

 

 

Kyklad Adaları’ndan

Santorini güney Ege volkanik yayı üzerinde. Önceden daire şeklinde olan ada M.Ö 1450’de meydana gelen ve 22 kilometre çapında dev bir krater oluşumuna neden olan çok şiddetli bir patlama ile bugünkü parçalı şeklini almış. En büyük parça bugün Santorini diye bildiğimiz Thera. Thirasia, Aspronisi, Palea ve Nea Kameni, toplam 96 kilometrekarelik bir alana yayılan Santorini’yi oluşturan diğer küçük adalardır. Santorini aynı zamanda Ege’de Kyklad olarak adlandırılan adalar grubunun Mikanos’tan sonra en ünlü üyesi. İos ile Anafi adaları arasında yer alan Santorini’nin nüfusu 14 bin civarında.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir