Yunan Adaları

Tilos

Ege adalarında salınan filler… Tilos adasına yaklaşırken bir yandan sonsuz maviliği seyrediyor bir yandan da zihnimde bu sahneyi canlandırmaya çalışıyorum. Bugün hayal etmesi bile güç olsa da altı bin yıl öncesine kadar Ege’de fillerin yaşadığının kanıtı olan kemikler Tilos’ta bir mağarada bulunmuş. Ama bu filler o bildiğimiz heybetli türlerden değil, cüceleşmiş olanlar. Fosiller aynı zamanda adaların milyonlarca yıl önce Anadolu kıyılarına bitişik olduğunun göstergesi.

Yunanistan’a ait Oniki Adalar’dan biri olan ve Nisyros ile Chalki arasında uzanan Tilos’u ilginç kılan sadece burada sergilenen fil kemikleri değil elbette! Tilos doğa aşıkları ve trekkingciler için sürprizlerle dolu bir keşif alanı, sessizlik ve huzur arayanlar içinse tam bir kafa dinleme yeri. Bizim Prens Adaları’mızın toplamından çok daha büyük bir alana yayılmış olmasına karşın yerleşik nüfusu 500’ü bile bulmayan bu adaya 16 Haziran 2015’te Kos adasından kalkan Dodekanisos gemisi ile ulaştık. Kos-Tilos yolculuğumuz bir buçuk saat sürdü ve 16.15 sularında adanın limanının bulunduğu Livadia’ya vardık. Karşımızda çıplak kayalıkların yamacına yerleşmiş evler, pansiyonlar, küçük oteller ve lokantalardan oluşan, bizim Bodrum’un, Marmaris’in 25-30 yıl önceki halini hatırlatan bir sahil kasabası vardı. Limanda bekleyen adalı pansiyoncular, haftada iki gün Tilos’a uğrayan gemiden müşteri kapma telaşındaydı. Adada taksi olmadığından turistler için araç kiralamak ya da otobüse binmekten başka seçenek yoktu. Bizim kalacağımız pansiyon limana 10 dakika yürüme mesafesinde ve denizin tam karşısındaydı. Sahile paralel; sadece yaya ve bisiklet trafiğine açık yolu takip ederek önceden yer ayırttığımız pansiyona vardık. Bizi kapıda karşılayan pansiyon sahibi hanım, kendisinin de İstanbul’a geçtiğimiz Aralık ayında geldiğini, şehri çok büyük, gürültülü ama güvenli bulduğunu, Taksim’de yönünü kaybedince polisin kendisini gideceği yere kadar götürdüğünü anlattı. Adalarımıza da geldiğini ve eski görkemli köşklere hayran olduğunu söyledi. Odalarımıza girdiğimizde, sahildeki geniş gövdeli ılgın ağaçları, masmavi deniz ve demir atmış yatlarla birlikte adeta tüm Ege’yi gözlerimizle kucakladık. İlk işimiz sahilde bir tur atmak ve yorgunluk kahvesi içmek oldu. Çok geçmeden ayaklarımıza deniz terliklerini geçirerek kendimizi Livadia’nın çakıl taşlı sularına attık. Ada Bodrum’dan daha güneyde olduğu için hava da deniz suyu da daha sıcaktı. Su o kadar duru ve berraktı ki içindeki rengarenk taşlar tek tek seçilebiliyordu.

Akşama doğru sahilde yürüyüş yapıp enformasyon bürosu standından edindiğimiz bilgilerle gezimizi planladık. Akşam yemeğini aynı sahildeki bir tavernada yedik. Çevremiz hemen Tilos’un ünü ada dışına taşan zayıf ve çevik kedileri ile sarıldı. Yemek çeşitleri, diğer Yunan adaları ile aynı, fiyatlarsa biraz daha yüksekti. Hesapla birlikte gelen ballı bademli meyveli yoğurt ise müessesenin ikramıydı. Yemek sonrası sahili dik kesen bir yokuşun üzerindeki meydana kadar yürüdük. Meydanda bir pastane ve eczane ile adalıların gelip geçeni seyrettiği bir kahvehane, yaşlı ağaçların gölgesine sığınmış bir çay bahçesi ve bir iki taverna vardı. Tilos’un en çok Avrupalı orta ve üst gelir düzeyinden turistlerce tercih edildiğini, özellikle de İtalyan müdavimleri olduğunu ve Temmuz-Ağustos aylarında en yüksek sezonu yaşadığını öğrendik. Adadaki az sayıda bar ve tavernada müziğin sesi ölçülüydü, dışarı taşmıyordu. Müzik dinlerken karşınızdakinin sesini rahatlıkla duyabiliyordunuz.

Adadaki ikinci günümüzde hava biraz rüzgarlı, deniz hafif çalkantılıydı. Pansiyonumuzda kahvaltı verilmediği gibi 9.30’a kadar sahildeki kafelerde de hiç bir hareket görülmüyordu. Meydanda sadece bir restoran sabah kahvaltısı veriyordu, orada da kalabalık bir grup olduğundan, servis yapan yaşlıca garsonu masamıza getirebilmek için epey beklememiz gerekti. Sonunda yanımıza geldiğinde, “Burası market değil bekleyeceksiniz” diye çalım yapmaktan da geri kalmayan garsonumuz, omlet, domates, salatalık, zeytin ve çaydan oluşan kahvaltı için kişi başı 10 Euro hesap istediğinde Tilos’un pahalı bir Yunan adası olduğuna bir kez daha kanaat getirdik. Bodrum sahilleri 30 liraya açık büfe kahvaltı ya da brunch veren kafelerle doluydu!

Daha sonra meydandan 11.00’de kalkan otobüse binerek cüce fillerin kalıntılarını görmek üzere, Megalo Chorio’ya doğru yola çıktık. Zakkumların, begonvillerin, gündüz sefalarının ve adını bilmediğimiz pek çok tür ve renkte çiçeklerin sarıp sarmaladığı çoğu tek katlı geleneksel evleri, ekili tarlaları, zeytinlikleri, meyve bahçelerini seyre dalarak yaptığımız bu yolculuk yaklaşık 20 dakika sürdü. Tilos’u kuşatan çıplak dağların adeta kalkan olup koruduğu iç kesimdeki ova yemyeşildi. Eskiden adada çok sayıda badem ağacı da bulunduğunu ama özellikle 2. Dünya Savaşı yıllarına rastlayan göçlerle adanın nüfusu azaldıkça bademliklerin de bakımsızlığa kurban olduğunu öğrendik.

Merkez kasaba Megalo Chorio’ya varınca belediyenin tam karşısında birkaç basamakla çıkılan küçük bir taş binada Atina Üniversitesi’ne bağlı olarak açılan cüce fil müzesini ziyaret ettik. Salonda iki ayrı panoda farklı boylardaki cüce fillerin kemikleri ile iki canlandırma yapılmıştı. Kemiklerin bulunduğu Charkadio mağarasındaki kazı çalışmaları da fotoğraflarla belgelenmişti. Ayrıca bir camekanda, volkanik komşu Nisyros’ta patlama olduğunda lavlara yakalanarak bir plajın kumlarına diri diri gömülen adalılara ait kafatasları sergileniyordu. Tüm bilgi levhalarındaki açıklamaların Yunanca olduğu sergide bir kadın görevli ziyaretçileri İngilizce olarak bilgilendiriyordu. Müze görevlisi, Ege’de ana karanın depremler ve volkanik patlamalarla çöküp suyla dolmasından çok önceleri Küçük Asya’nın bir parçası olan bu adaların Avrupa’nın son fillerine ev sahipliği yaptığını anlattı. Filler 50 bin yıl önce bu topraklarda boy göstermiş, zamanla daha fakir çevrelerine uyum sağlamak zorunluluğu ile cüceleşmiş, M.Ö 3700’lerde, ada yüzeyindeki değişikliklerin ve volkanik aktivitelerin etkisiyle kaybolmuştu.

Müzeden St. John Şövalyeleri’nin kurduğu kalenin harabelerinin yer aldığı tepeye doğru çıkan yollar merdivenli ve dolambaçlıydı. Megalo Chorio’nun yüzyıllar önce tamamen kalenin içinde yer aldığı bilgisini edindik. Daracık yollarda dolanırken karşımıza çıkan bir kilisenin avlusundaki, çakıl taşları ile yapılmış mozaikleri hayranlıkla izledik. Daha sonra meydandaki lokantada oturup karşımızda denize kadar uzanan yemyeşil vadiyi izleyerek kahve içtik. Önümüzdeki masada trekkingçi bir turist çift ayrıntılı harita üzerinde güzergah belirlemekle meşguldü. Tilos’un aynı zamanda kuşlar için konaklama alanları ve doğa parklarından yana çok zengin olduğunu ve adalı çevrecilerin bu alanları korumak için kenetlendiğini öğrendik. Adanın yetiştirdiği ünlü bir isim olan şair İrina’nın M.Ö 350’de doğduğu Tilos’un güzelliğini, huzurunu ve insani değerlerini öven eserler bıraktığı da aldığımız bilgiler arasındaydı.

Megalo Chorio ziyaretimizin ardından bindiğimiz otobüs, kumlu plajları ile ünlü Agios Antonios ve Eristos plajlarına da uğradı. Adada Mikro Chorio diye adlandırılan terkedilmiş bir köy olduğunu, 2. Dünya Savaşı’nda hasar gören ve daha sonra çatıları sökülerek götürülen evlerin geceleri ışıklandırılmasının görülmeye değer bir manzara oluşturduğunu, Agios Panteleimon’un ise adanın koruyucu azizine ithaf edilmesi nedeniyle en önem verilen manastır olduğunu öğrendik.

Kısa ada turundan sonra Livadia’ya dönüp sahilde bir tavernada peynirli köz patlıcan, ızgara mantar, cacık ve geleneksel yöntemlerle pişirilen garnitürlü oğlak etinden oluşan öğle yemeğimizi yedik. Öğleden sonra kendimizi yine Livadia’nın ılık sularına bıraktık. Denizden bakıldığında Livadia tepelerinde şövalyelerden kalma bir kalenin harabeleri seçiliyordu. Tilos, şövalyelerin ardından 1522-1912 yılları arasında Osmanlılar’ın hakimiyetine geçmiş. Osmanlılardan hiçbir iz taşımayan ada bu tarihten 1948’e kadar İtalyan hakimiyetinde kalmış. Daha sonra Yunanistan’a bağlanmış.

Adadaki ikinci akşamımızda, yemeğimizi meydana açılan sokaklardan birinde, geleneksel mutfağın yaşatıldığı bir tavernada yedik. Lokantada yatçılardan oluşan üç kişilik bir Türk grubu da vardı. Tilos’taki son gecemizi sahilde, rengarenk giydirilmiş gitarları ve dekorasyonu ile dikkatimizi çeken bir rock barda müzik dinleyerek noktaladık.

Sabahın ilk ışıkları ile kendimizi yine denize atıp dönüş için 10.00’da limana vardık. Burada misafirlerini bekleyen pansiyon sahibi hanıma adada kış aylarını nasıl geçirdiklerini sorduk. Yaz aylarında festivallerle canlı tutulan turizm sezonunun Ekim ayı ortalarında kapandığını, kışın çocuklar okullarına giderken ailelerin de işlerine güçlerine bakıp kendilerine zaman ayırdıklarını, tatilleri değerlendirip gezdiklerini, bahar aylarını da yeni sezona hazırlanarak, gerekli tadilat, boya işlerini yaptırarak geçirdiklerini söyledi. 15 dakika rötarla gelip 10.50’de hareket eden gemimizle Kos’a dönerken, kalabalıklardan, gürültüden, ülke gündemindeki konuların bombardımanından bunalıp kaçmak istediğimizde çantamızda birkaç kitapla sığınabileceğimiz sakin bir liman keşfetmiş olmanın keyfini duyumsuyorduk.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir