Korfu
Yunanistan’ın İtalya ile komşu olduğu İon Denizi’nde, turizmin gözbebeği olduğu halde betona yenik düşmeyip yemyeşil kalmış, denizi kirlenmemiş, tarihi ve kültürel dokusu iyi korunmuş Korfu adasındayız. Korfu dört yüz yılı aşkın süre Venediklilerce, sonra da Fransız ve İngilizlerce yönetilmiş. 1864’te Yunanistan’a bağlanan adanın eski şehrinin mimarisinde Venedik etkisi o kadar belirgin ki, bir Yunan adasında değil de “Kanalsız Venedik”te dolaştığınız hissine kapılabilirsiniz.
Korfu’ya 2 Temmuz 2015 akşamı Atina üzerinden aktarmalı olarak geldik. Uçağımız 55 dakikalık uçuştan sonra güneş batmak üzereyken Korfu havalimanına inmek için alçaldığında, çevresindeki minik adacıkları, iç içe geçmiş muhteşem güzellikte koyları ile insanın gözlerini yeşile doyuran bir yeryüzü cennetiyle karşılaştım.
Yunanlıların Kerkira olarak adlandırdıkları Korfu şehir merkezindeki N. Zambeli Sokak’ta yer alan Hotel Bella Venezia’ya eşyalarımızı bırakıp, parke taşlı dar sokaklarda yürüyerek eski şehri keşfe çıktık.
Yaşlı binalar, ferforje balkon korkulukları ve kepenkli pencereleri ile yüzyıllara meydan okurcasına birbirlerine sırt vermişti. Binalar arasına çekilen iplerde çamaşırlar uçuşuyordu.
Sonradan belediye sarayına dönüştürülmüş görkemli tiyatro binasının ve Agios İakovos Katolik Katedrali’nin bulunduğu Dimarkheiou Meydanı’ndan aşağı doğru inerek, şehrin koruyucu azizine adanmış ve kırmızı kubbeli çan kulesi ile Korfu’nun simgelerinden biri haline gelmiş Agios Spyridon Kilisesi’ne ulaştık. Aziz Spyridon 350 yılında İstanbul’da ölmüş. 1453’te Fatih İstanbul’u kuşattığında azizin mumyası Korfu’ya kaçırılmış ve 1589’da yenilenen bu kiliseye konulmuş. 1700’lü yıllarda Osmanlıların Korfu’yu kuşatıp da alamaması, azizin koruyuculuğuna yorulmuş. Korfu’da doğan erkeklerin çoğuna da azizin adı verilmiş.
Kilisenin de bulunduğu çarşıdan birkaç dakikalık yürüyüşle, Esplanade olarak adlandırılan ve büyük bir parkın çevrelediği çok geniş bir meydana çıktık. İngilizlerin adaya kazandırdığı kriket sahasına nazır bu meydanın ortasında, alt katında kemerli tarzda yapılmış sıra sıra kafelerle dikkat çeken geniş bir bina yer alıyordu. Paris’in ünlü kafeleri model alınarak tasarlanmış ve Liston diye anılan bu mekanla beraber Esplanade meydanındaki tüm kafe, bar ve çay bahçeleri dünya milletlerinin buluşma noktası gibiydi.
Ertesi sabah bir araç kiralayarak 592 kilometrekare genişliğindeki adanın kuzeyine doğru yola çıktık. Uzaklardan seçilen Arnavutluk kıyılarına paralel sahil yolu boyunca oteller, moteller, kamping alanları, süpermarketler, kafeler ve plajlar diziliydi. Kumsalları ile ünlü Barbati’den geçerek, yeşilin içine gizlenmiş villaların yer aldığı dağ köyü Spartilas’a vardık. Villalar iki, üç katlıydı ve çevreleri meyve ve zeytin ağaçlarıyla çevriliydi. Agnadio Taverna’nın terasında oturup muhteşem manzarayı izledik.
Daha sonra sahil yolunu takip ederek ünlü yazar Lawrence Durrel’in bir dönem yaşadığı Kalami köyüne ulaştık. Yazarın fotoğraflarının süslediği, kitaplarının satıldığı beyaz ev, lokanta olarak kullanılıyordu. Durrel’in, huzur bulduğu bu kıyı köyünün yaz aylarında aşırı kalabalıklaşması karşısında, tıpkı biz Büyükadalılar gibi şaşkına döndüğünü öğrendik.
Bir sonraki durağımız olan Kassiopi, cıvıl cıvıl bir tatil köyüydü, buradaki Old School Restoran’da sardalya, midye ve salata ile açlığımızı giderip, adanın en kuzeyindeki Ekaterinis burnundan geçerek kuzey batıdaki Sidari’ye vardık. Sidari’nin dalgaların aşındırdığı kumtaşından kayalıkları arasında çeşitli kanallar gizlendiğini ve bunlardan en ünlüsünün, içinden geçen çiftlerin hiç ayrılmadıkları rivayet edilen Aşk Kanalı olduğunu öğrendik. Sapsarı kumlu plajın oldukça sığ olan ve ne kadar açılsak da belimizi aşmayan sularında serinleyip, akşama doğru Skripero üzerinden merkeze geri döndük. Akşam yemeğimizi Moustoxidou Sokak’ta yer alan Taverna Porta Remounda’da yedik ve deniz ürünlerinin tazeliğinden de sunumundan da memnun kaldık. Daha sonra Spianada Meydanı’ndaki St. Michael ve St. George Sarayı’nın önünde yerel müzik eşliğinde sergilenen geleneksel dans gösterilerini izledik.
Korfu’daki üçüncü günümüzde rotamızı adanın güneyine çevirdik. İlk hedefimiz Gastouri köyünün ormanlık bir tepesinde kurulu Achilleion Sarayı’ydı. Saray 1889-1891 yılları arasında, Sisi olarak ünlenen Avusturya İmparatoriçesi ve Macaristan Kraliçesi Elisabeth tarafından yaptırılmış. Sisi civardaki, denize kadar inen ormanlık araziyi de satın alarak, yazlık sarayına gemiyle doğrudan ulaşım sağlamış.
Saraya adını, Yunan mitolojisinde Troya’yı kuşatan ve kentin düştüğünü göremeden topuğundan okla vurularak öldürülen kahraman olarak tasvir edilen Achilles’e hayranlığını belirtmek için, bizzat Sisi koymuş. Sarayını 1898’e kadar her yıl iki kez ziyaret eden Sisi, bu tarihte bir suikaste kurban gitmiş. Saray 1907’de kızı tarafından Alman İmparatoru Wilhelm II’ye satılmış. Saray 1983’te Yunan Turizm Organizasyonu’nun idaresine geçmiş. 1994’te restore edilen saray Korfu’da gerçekleştirilen Avrupa Birliği zirvesine ev sahipliği yapmış. Şimdi müze olarak kullanılan sarayda ziyaretçileri Zeus ve Hera heykelleri karşılıyor.
Üst kata çıkan merdivenlerin karşısında Hektor’un ölüsünü Troya surlarında sürükleyen Achilles tablosu yer alıyor. Ölmekte Olan Achilles heykeli ile 15 metre yüksekliğindeki Zafer Kazanmış Achilles heykeli, sarayın terasından çıkılan ve muhteşem manzaraya sahip arka bahçede bulunuyor.
Saray ziyaretinin ardından adalı ailelerin çoluk çocuk denize girdikleri Benitses plajına gittik. Benitses’ten sonraki durağımız adanın en güney ucu olan Kavos’tu. İngiliz turistlerin gözdesi Kavos’tan, Parga kıyılarının karşısına denk düşen Paksoi adasını ve su sporları yapanları izledik. Kavos’ta motosikletlerden sonra en gözde ulaşım aracı atv’lerdi. Karaoke barların sıklığı dikkat çekiciydi.
Kavos’tan kuzeye doğru yola devam ederek Mattheos üzerinden, yaban hayatı için elverişli tatlı su gölü Korission’a kadar indik. Göl sazlıklarla çevrelenmişti, etrafta çiçek seraları ve yol üzerinde bal satıcıları vardı. Uzunca bir yolculuktan sonra vardığımız Ermones koyunda çay molası verdik. Kilometrelerce yol gittiğimiz halde çok az binaya rastlamıştık, yeni inşaat da yok denecek kadar azdı. Zeytinliklerin bol olmasına karşılık, tarım ve hayvancılık çok sınırlıydı. Yüz bin nüfuslu adanın ana gelir kaynağı turizmdi. Dokumacılık, el sanatları, gümüş takı imalatı ise geleneksel yöntemlerle sürdürülen ek gelir kaynaklarıydı.
Sonraki durağımız, Myrtiotissa kumsalıydı. Dik bir yamacın eteğindeki kumsalın sol yanı çıplaklar kampına dönüşmüştü, sağ tarafta ise aileler denizin keyfini çıkarıyordu. Antalya’yı terkettiği söylenen turistler Korfu’ya yönelmiş olmalıydı, ortalık Rus kaynıyordu. Biz de burada balıklarla bir arada yüzdük. Daha sonra adanın en popüler noktalarından, yemyeşil bir burnun ardındaki üç nefis koydan oluşan Palaiokastritsa’ya geçip kendimizi yeniden masmavi sulara attık. Akşam Korfu’ya dönüp Konstantinopolis Oteli altındaki Markam Restoran’da yemek yedikten sonra alışveriş için çarşıda dolaştık. Zeytin cenneti Korfu’dan zeytinyağı ile buraya özgü bir meyve olan kumkuattan yapılma tatlılardan almadan ayrılmak olmazdı. Ertesi gün Yunanistan’da AB’nin dayattığı kemer sıkma politikaları ile ilgili referandum yapılacaktı, “Yarınki oyunuz Ohi mi, Ne mi?” diye sorduğumuz bir satıcı, “Eski liderler Avrupa karşısında hep eğik durdu, Çipras’ın başı dik, ama hayır dersek sonumuz ne olur, meçhul” dedi.
Adadaki son günümüz olan 5 Temmuz’da eski kaleye çıkıp, terasından panoramik manzarayı izledik, iki yakaya da hakim konumda bir burun üzerine kurulu kalenin sol tarafında bizim Sedef adasına benzeyen Vidos adası uzanıyordu. Kale, 1386’dan 1797’ye kadar adaya egemen olan Venediklilerce ana karadan kanal kazılarak ayrılan kayalıklardaki Bizans dönemi kalıntılarının üzerine kurulmuştu. Adı Koryfo (zirve/tepe) kelimesinden gelen adayı Osmanlılar 1537 yılından itibaren 1571, 1573 ve 1716 yıllarında kuşatmışlar ancak ele geçirememişlerdi. Venedikliler ilk kaleden sonra 1576-1589 arasında ikinci kaleyi yaparak savunmalarını güçlendirmişlerdi.
Kalenin karşısında bir fayton istasyonu vardı. Faytonlar tek atlıydı ve üzerlerinde tente yerine şemsiye bulunuyordu. İstasyonda on fayton bekliyordu, bazılarının sürücüleri kadındı. 25 dakika süren tur için kişi başına 20 Euro ödeniyordu. Adının Todoro olduğunu söyleyen faytoncuyla tura çıktık, araç trafiği içinde yol alırken bize önemli mekanları gösterdi. Fayton dışında, akülü mini trenler de turizmin hizmetindeydi.
Daha sonra İngilizlerden kalma St. Michael ve St. George Sarayı’nı ziyaret ettik. Sarayın alt katında fotoğrafçı Adrian Ginsberg’in Korfu’da çektiği ve ada insanının acısını, hüznünü, sevincini yansıtan muhteşem güzellikte siyah beyaz fotoğraflar sergileniyordu. Bir dönem Yunan kraliyet ailesinin ikametgahı olan binanın üst katındaki Asya Sanatı Müzesi’ni de gezdik. Korfulu diplomat Grigorios Manos’un Uzakdoğu seyahatlerinde biriktirdiği binlerce eserden oluşan eşsiz koleksiyon burada sergileniyordu. Öğlen yeniden Palaiokastritsa’ya gittik ve manastır karşısındaki lokantada yemek yedik. Ardından Perama’ya geçip, adanın simgelerinden olan, rahibe manastırı ile ünlü Vlakherne adacığı ile Pontikonisi yani Fare adacığını gördük. Buradaki Nisos restoranda, çok yakınımızdan geçerek karşıdaki havalimanına inip kalkan uçakları seyrettik. Sonra havalimanına geçip, 45 dakika rötar yaparak 17.50’de kalkan uçağımızla Atina’ya, oradan da İstanbul’a ve Korfu’nun yanında küçük bir nokta kadar kalan Büyükada’mıza döndük. Bizim adamız da yeşil olmasına yemyeşil, güzel olmasına çok güzeldi ama üzerine taşıyamayacağı kadar yük bindirildiğinden, bunalıp kaçan eski adalılarla birlikte geleneklerini ve kimliğini kaybetmekten muzdaripti.