Panço Sokağın Çocukları
Babam yıllar yılı hiçbir yere değişmeyeceği adadaki küçük yazlık evin tapusunu aldığında takvimler 1959’un son aylarını gösteriyordu. Kumsal’da, denize paralel ikinci sokakta yer alan tek katlı bu şirin ev 1901’de yapılmıştı ve tapuda sokağının adı Panço olarak geçiyordu. Sonradan adı Panjur olarak değiştirilen sokağın o yıllardaki sakinlerinin çoğu, yaz kış adada yaşayan orta halli Türk ve Rum ailelerdi.
Babamın iskeleye ve denize yakın olduğu için tercih ettiği bahçeli evin eski sahibinin adı Gizela’ydı ama bize satılmasına önayak olan onun kızı, Nevin halamın çocukluk arkadaşı Dr. Frida’ydı. 1960 baharında çoluk çocuk evi görmeye gittiğimizde henüz en büyüğü sekiz yaşında olan dört kardeştik ve ben ikiz eşi olarak sıralamada dördüncüydüm. Beşincinin temelleri de o yaz başı atılmış olmalı ki 1961 Şubatında aramıza katıldı ve ertesi yazdan itibaren Kumsal’da dört kız bir erkekten oluşan “beş kardeşler” olarak tanındık.
1951’de evlenen annemle babam her yaz adanın değişik yerlerinde ev kiralamış ama aile nüfusu kabardıkça ev bulmaları zorlaşmıştı. Babam en son 1959 ilkbaharında adada bir ev beğenip kiralamaya karar vermiş ve bir miktar ön ödeme yapmıştı, ancak yaz gelip eve taşındığımızda ev sahibi “Bu kadar çok çocuğunuz olduğunu söylememiştiniz” diyerek kontrattan caymaya kalkmış, eşyalarımızı içeri almak istememiş, sonra araya birileri sokularak ikna edilmişti. Bu annem için bardağı taşıran son damla olmuş ve resti çekmişti: “Bir daha adaya kiracı miracı gelmem, yazın da otururum Nişantaşı’nda!” Çocukluğunun ve gençliğinin en güzel yazlarını Burgaz’da geçiren babam annemin bu restini görünce 1960 yazında kendi evimize taşınmıştık.
Yığma kagir yapıdaki bu ev o yıllarda hardal sarısı rengindeydi ve kahve renkli pancurları vardı. Evin hem ön hem de arka cephesinde küçük birer bahçe bulunuyordu. Ön bahçe margaritalar ve güllerle kaplıydı. Orta yerde bir çardak, üzerinde iri taneli ve ince zarlı nefis çavuş üzümleri veren bir asma vardı. Ön ve arka bahçede incir, nar ve dut ağaçları bulunuyordu. Bunlara sonradan yeşil erik ve babamın diktiği malta eriği ağaçları eklendi. Annem mevsiminde meyveleri toplatır, tepsilere bölüştürür ve komşulara dağıtırdı. Evin yanı başında Panayot’un bahçesi diye bilinen büyük bir sebze meyve bahçesi vardı. Bahçenin sınırları o yıllarda tek binadan oluşan Musevi Sinagogu’na kadar dayanıyordu. Evin arka tarafında kalan ve sokağın bitimine kadar uzanan boş arsa ise o yıllarda adada futbola meraklı her gencin top koşturma sahasıydı. 1960’larda sokağın en yaşlısı, bahçesinde elleriyle nefis güller yetiştiren Müzeyyen teyzeydi. Başının iki yanından sarkıttığı beyaz örtüsü ile her gün yavaş adımlarla sokağı kateden Müzeyyen teyze, bir gün bana, “Evladım ben çocukluğumdan beri adada yaşıyorum, sizin taşındığınız ev, bu sokağın en eski evi” demişti.
İlk arkadaşlar ve oyunlar
Sokaktaki ilk arkadaşlarımız, yazlıkçı Anastasyadis ailesinin üç çocuğundan en küçüğü olan Miranda ve yaz kış adada oturan, birkaç yıl önce Atina’da ölen ayakkabıcı Manol ustanın kızı Sula’ydı. Mirandalar’ın tek atlı özel bir faytonu vardı ve faytoncu Miranda’nın her daim şık ve bakımlı annesini sabah akşam adadaki ahbaplarına ya da iskeleye götürür getirirdi. Sokakta akranımız olan çocuklardan yıllar içinde büyük bir oyun grubumuz oluştu. Aramızda saklambaç, köşe kapmaca, yakar top, seksek gibi oyunlar oynardık. Biz beş kardeş olduğumuz için, oyun kurmak isteyenler kapımızdan ayrılmazdı. Arada sırada bazı evlerin girişlerinde “İmam Bayıldı”, “Papaz Kaçtı” gibi isimler verdiğimiz skeçler sergilerdik. Sokağın en eski sakinlerinden polis Hilmi amcanın oğlu Mehmet ile futbolcu Naime, ablası Nilüfer ve komşuları Momo da arkadaşlarımız arasına katılmıştı. Komşu sokaklardan amca çocuklarımız Oktay ve Sevinç ile Philip, Madlen, Ceni gibi arkadaşlar da sokağımızın müdavimleri arasındaydı.
Sokağımızda 1960’lı yılların en popüler oyunlarından biri de “kibrit”ti. Kibrit kutularının üzerinde şehirlerin o isimle özdeşleşmiş ürünlerinin adları yer alırdı. Amasya elması, Samsun tütünü gibi… Kibrit kapaklarını kesip biriktirir ve bunlarla “el” veya “duvar” adını verdiğimiz oyunlar oynardık. Birincisinde iki çocuk karşılıklı oturur ve ellerimizdeki kartları sırayla ortaya atardık, aynı kartlar üst üste geldiğinde üsttekini atan tüm eli alırdı. İkincisinde ise bir duvar karşısında karşılıklı durur ve kartları sırayla duvardan yere atardık. Kartını yerdeki kartlardan birinin üzerine isabet ettirebilen tüm kartları kazanırdı. Kibriti bitenler, kazananlardan parayla satın alırdı. Kibrit öyle bağımlılık yapan bir oyundu ki damarlarında kumarbaz kanı dolaşanlar o yaşta belli olurdu. Oyundan başımızı kaldırmayıp annemi kızdırdığımızda, içi kibrit dolu torbalarımız Panayot’un bahçesindeki kuyunun dibini boylardı! Kibrit oyununun bir benzeri de sakızlardan çıkan artist resimleriyle oynanırdı.
“Top elime geçerse”
Sokakta oynamamızın da annem tarafından belirlenmiş kuralları vardı. Sabah kahvaltısından sonra ya bir oyun grubuna katılır ya da bisiklete biner, sonra Kumsal’a gidip itfaiyenin karşısından denize girerdik. Öğlen her gün aynı saatte bahçede asmanın altındaki masada yemeğimizi yerdik. Annem kızgın güneşin tepede olduğu ve herkesin öğle uykusu uyuyabileceği saatlerde sokağa çıkmamıza izin vermez, bahçenin demir kapısına asma kilidi geçirir, “Hadi bakalım yatağa, ister uyuyun ister kitap okuyun, dondurmacı geçene kadar dinlenin” derdi. Biz de dondurmacımızın “vişne çukulat kaymak” diye bağıran sesini duyacağımız anı iple çekerdik. Annem, bizi sokağa çıkarmadığı saatlerde kapı önünde gürültü yapan çocuklara da kızar, “Sizin eviniz yok mu, uyuyanlara saygı gösterin biraz” diye azarlardı. Hele arkadaki arsada top koşturanların bağırış çağırışlarından hiç haz etmez, bir de o top çatıyı aşıp bizim bahçenin ortasına düşerse düşürenin gözünün yaşına bakmaz, topu kesmekle tehdit ederdi. Annemin öğle uykusuna yattığı saatlerde pencerelerden kendimizi sokağa attığımız günler de olurdu. Benzer bir anıyı, yıllar sonra sahibi olduğu laboratuvarda tanışma olanağı bulduğum Dr. Frida’dan da dinlemiştim; bana, “Annem babam gece gezmesine çıkmamı istemezlerdi, evlenip onlarla kaldığım zaman bile bu kural değişmemişti, onlar yatınca biz pencereden kaçardık” demişti.
Sokakta oynamaya doymak bilmeyen biz beş kardeşi, akşamları eve sokmak babamın göreviydi. Babam her akşam beşimizin ismini doğum sıramıza göre “Aynur! Lale! Fahri! Nilgün! Güzide!” diye sayarak bizi yatmaya çağırır, mutat yoklaması bitince elindeki asma kilitle bahçe kapısını kilitlerdi.
Sokağımızın sakinlerinden siyah yas kıyafetlerine bürünmüş yaşlı bir dul kadının Sofula ve Zaharo adında iki kızı vardı. Ben beş yaşlarındayken, bisikletlerinin arkasına oturtup beni Kumsal’da dolaştırdıklarını, dolgu alanların henüz yapılmadığı o yıllarda yollar dar ve kıyıdan yüksek olduğundan denize düşmekten korktuğumu hatırlarım. Karşı komşumuzun genç kızı Eleni de beni çok sever, bisikletinin arkasına oturtup çarşıya götürür, şekerleme ve sakız alır, tur attırıp geri getirirdi. Çocukken mahallede oturan Rum arkadaşlarımızla çat pat konuşacak kadar da Rumca öğrenmiştik.
Panayot’un bahçesi
Evimizin yanındaki meyve sebze bahçesinde bahçıvan Panayot gün boyu başında geniş şapkası, ayağında botlarıyla çalışırdı. Annem her sabah evin ihtiyacına göre Panayot’tan kıvırcık salata, maydanoz, dereotu, nane, biber gibi taze yeşillikler ve çeşitli mevsim sebzeleri alır, bunlarla güzel yemekler yapardı. Panayot’un akibetini bilmiyorum, ama 70’li yıllara doğru bahçesindeki meyve ağaçları söküldü ve arazi parsellenip yerine Sinagog’un ikinci binası ile Yasemin apartmanı yapıldı. Gözümüzün önünde uzanıp giden yemyeşil bahçenin yerini betonarme binalar aldı.
Evin arkasındaki, gençlerin top sahası olarak kullandıkları arsanın alt köşesinde, Anastasyadisler’in evinin tam karşısında yüksekçe bir duvar ve ardında büyük bir incir ağacı vardı. 8 yaşındayken, o duvarın tepesine çıkıp ağacın meyvelerine asılmış, tuttuğum incirin elimde kalmasıyla dengemi kaybederek sokağın orta yerine kafa üstü çakılmıştım. Anastasyadislerin yardımcısı olan hanım beni kucakladığı gibi koşa koşa eve getirmişti. Baygın halde holdeki kanapeye yatırılmıştım. Annem hemen doktor çağırmış, gelen doktor “Sabaha çıkarsa atlatır” deyip gitmişti. Ara sıra gözümü açtığımda bahçeye doluşan komşu kadınların elleriyle yanaklarını döverek “Ah yavrimu, ah pedimu, ah koriçakimu” diye üzüntülerini dile getirdiklerini hatırlıyorum. Annemin getirdiği ikinci doktor başıma buz torbası koydurmuş ve bir ay yatak istirahati vermişti, sonrasında toparlanıp sokağa kavuşmuştum. Meyvesi için hayatımı riske attığım o incir ağacı sonradan kesildi. Şimdi yerinde bir ceviz ağacı yükseliyor. Arsa ise 70’li yılların ikinci yarısında parsel parsel satılıp inşaatlarla dolduruldu. İki yanımızdaki inşaatları yapanlar babama da evimizi kendilerine verme karşılığında kat teklif ettiler. Babam teklifleri, “Ben adaya bu bahçe için geliyorum, İstanbul’da zaten apartman dairesinde oturuyorum, katı ne yapayım” diyerek reddetti. İnşaatlar yükseldikçe bizim ev üç dört katlı binaların gölgesinde kaldı, son yıllarda kaldırımlar da yükseltilince yarı yarıya zemine gömüldü.
Göçler, gidenler, gelenler
Sokağımızın nüfus yapısı 1964’ten itibaren Rumların göçüyle değişti, Mirandalar, Sofulalar, Zaharolar, Eleniler gitti, Sofiler, Bekiler, Klaralar, Zafiralar geldi. Yeni gelenlerle de kısa sürede iyi komşuluk ilişkileri kuruldu. Biz beş kardeş de büyüdük. Artık kibrit değil kağıt oyunları oynuyorduk. Sokağın Fani, İzak gibi yeni çocuklarına ablalık, ağabeylik yapıyorduk. Akşam fasıllarımız da meşhurdu ve konserlerimizde dinleyici istekleri eksik olmazdı. Saat 5’ten sonra en güzel kıyafetlerle iskeleye gidilir, yeni plakları dinlemek için karakolun arkasındaki Golf kulübün, akşam yemeğinden sonra da Lale, Yeni, Mehtap, Hakan sinemalarından birinin yolu tutulurdu.
Panjur sokağın en önemli simgesi Sinagog’tu. Musevilerin bayram ve özel günlerinde faytonlar sabahın erken saatlerinden itibaren Sinagog’a adanın her yerinden çok şık giyimli hanımları ve beyleri taşır, sonra dua çıkışını beklemek üzere sokakta kuyruğa girerlerdi. Son yıllarda İstanbul’da yaşanan kanlı sinagog baskınlarından sonra alınan güvenlik önlemleri nedeniyle Panjur Sokak yazları adeta tutsak sokağa dönüştü.
Sokaktaki evler de zamanla el değiştirdi, bir kısmı sahipsiz kalıp bakımsızlıktan çöktü, viraneye döndü. Bazılarının yerine yenileri yapıldı. Bizim ev ise 1901’den beri yerli yerinde. 1989 yazı sonunda babamı kaybedince anneme onun çok sevdiği evde anılarla yaşamak zor geldi. Sonraki on yazını Heybeli’de geçirdi. Yaşlanıp Heybeli’nin yokuşlarına dayanamaz olunca 2000 yazında düzayak Panjur sokağa geri döndü. Ama 1960’dan beri yaşadığı sokağını bıraktığı gibi bulmadı. Sokak yeni göçler almış, son gelenler kendi yaşam tarzlarını, adetlerini getirmişti. Sokağın orta yerinde mangal yakılması, halı yıkanması, günün her saatinde gürültü, kışın evimiz boş kaldığında bahçedeki ağaçların kesilip odun yapılması ya da manzara için kökünün kurutulması, meyve koparmak için çatının kiremitlerinin kırılması, artık sokağın en yaşlısı olan ve komşuluk ilişkilerinde saygı ve zarafet arayan annemi son yıllarında çok üzdü.
Biz geçmişin Panço, şimdinin Panjur sokağının çocuklarıysa, okuduk, iş ve meslek sahibi olduk, evlendik, çoluk çocuğa karıştık, sonunda her birimiz bir yerlere dağıldık. En eski çocukluk arkadaşlarımdan Sula’yı Atina’dan geldikçe görüyorum, Miranda’yı ise kızım Facebook’ta buldu, ama o Türkçeyi unutmuştu. Kendisini adaya davet ettim. Bakalım yeniden buluşabilecek miyiz? Ben annem yaşadığı sürece sokağımla gönül bağımı hiç koparmadım. 2010 yazı annemin adadaki son yazı oldu, Ağustos sonunda 90 yaşına basan annem eylülde deniz ambulansı ile adadan ayrıldı. Onu Aralık ayının 4’ünde kaybettik, 5’inde “Etemciğinin” yanına uğurladık.
Bu yazıyı, sevgili annem Melahat Refiğ’e ve dedesinden babasından devraldığı ada sevgisini çocuklarına aşılayan sevgili babam Etem Refiğ’e ithaf ediyorum.
4 Yorum
H. Cevad Özdil
Çok değerli bir hatıra. Sanırım ben de aynı zamanlarda Heybeli’de benzer hatıralar biriktiriyordum. 1955, 64 ve 74 adalı kültürü yok eden dönüm noktaları oldu. Onlar gitti, adalarımız da kamu idarelerinin boşvermişliğiyle bitti bitiyor. Hoşça kalın.
Nilgün Refig Pala
Çok teşekkürler. Güzeller güzeli Büyükadamızın bugünkü haline üzülmememek mümkün mü?
Mehmet Esen
Çok sevdim,mutlu oldum,hüzünlendim,umutlandım, Panço sokağında yaşar gibi okudum.Şiir gibi su gibi sımsıcak anılar.Kitap olmalı,belgesel olmalı ve hiç vakit kaybetmeden herkese ulaşmalı.
Panço sokağını geleceğe taşımalı.Yüreğinize sağlık.
Nilgün Refig Pala
Çok teşekkür ederim Mehmet bey, bu yazım 10 yıl önce Adalı dergisinde yayınlanmıştı ve dergi yöneticisi benden Adalar Müzesi’nin çocuklara yönelik etkinliklerinde değerlendirme izni istemişti, memnuniyetle cevabını vermiştim. O yıllarda okuyanlardan ve şimdi Atina’da yaşayan dostlardan çok güzel geri dönüşler almıştım. Sizin sanatçı duyarlılıgınızı yansıtan bu güzel sözleriniz ise benim için çok kıymetli,umarım öngörüleriniz de bir gün gerçekleşir.