Midilli (Lesbos)
Yunanistan’ın 3. büyük adası olan Midilli (Lesbos-Lesvos,) hemen yanı başındaki Kuzey Ege kasabalarımıza geceleri davetkar ışıkları ile adeta göz kırpan, zıtlıkları ve sürprizleri ile insanı hem şaşırtan, hem de heyecanlandıran bir ada.
Sakız ve Limni adaları arasında yer alan 1630 kilometrekare genişliğindeki Midilli’nin batı cephesi milyonlarca yıl öncesinin volkanik püskürmeleri ile çoraklaşmış, Anadolu’ya bakan cephesinden ise çam, meşe, kestane ağaçları ve zeytinliklerle adeta yeşil fışkırıyor. Adanın belli başlı beş şehri birbirlerine oldukça mesafeli, kasaba ve köyler ise sahilden çok yamaçlarda. Yapılaşmanın sınırlı olduğu adada genel dokuyu bozan inşaatlara asla izin verilmiyor.
Geçimini ağırlıklı olarak uzo, sardalya, zeytinyağı, peynir ve bal üretimi ile ihracatından sağlayan ada halkı için turizm baş nimet değil. Yerel kültür ve doğa, küreselleşmenin etkilerinden korunuyor. Gastronomi açısından da zengin olan adada yerel mutfağın yaşatılmasında kadın kooperatiflerinin önemli payı var. Genel olarak sakin ve huzurlu bir atmosferin hakim olduğu 100 bin nüfuslu adada, siestalarından asla ödün vermeyip, Pazar dışında Pazartesileri de dükkanlarını kapalı tutarak kendilerine zaman ayıran adalıların telaşsız hayat tarzlarının etkisi hissediliyor.
Midilli’ye 20 Haziran2014 sabahı, kişi başı gidiş-dönüş 25 Euro bilet ücreti ödediğimiz Turyol motoru ile Ayvalık’tan hareket ettik, yunusların eşlik ettiği bu yolculuk bir buçuk saat sürdü. Adanın merkezi Mytilini’ye vardığımızda gümrükten jet hızıyla geçtik ve ilk işimiz, 6’sı Büyükadalı 8 kişilik ekibimizle yapacağımız keşif gezisi için kiraladığımız minibüsü teslim almak oldu. Bu yolculukta bize adalı dostumuz, Midilli aşığı Meltem Erel’den aldığımız bilgiler rehberlik etti. Onun önerilerine uyarak rotalarımızı ve mola vereceğimiz mekanları belirledik.
Adada ilk günümüzü otelimizin de bulunduğu merkezi tanımaya ayırdık. Merkez Mytilini’de 1462-1912 yılları arasında adada hüküm sürmüş Osmanlı’dan izler var. Rıhtım caddesi Koudouriotou üzerindeki, Osmanlılar döneminde kahvehane olarak kullanılmış ve bugün Panellinion adıyla hizmet veren gösterişli kafe görülmeye değer. Sütunları, yüksek tavanı, dekorasyonda kullanılan eski Midilli fotoğrafları ve ihtişamlı aynaları ile dikkat çeken Panellinion, geceleri bar olarak hareketliliğini koruyor ve buradan limanın seyri çok keyifli.
Kafenin arka cephesi sıra sıra dizilmiş küçük ve eski dükkanları ile adanın en işlek caddesi olan Ermou’ya açılıyor. İlginç kubbesi ile Mytilini’nin siluetine damga vuran Agios Therapontas Kilisesi’ne de bu caddeden ulaşılıyor. Adalı mimar Argidis Adalis’in imzasını taşıyan bu kilisenin inşaatında Ayvalık’tan getirilen kızıl yontma taşlar kullanılmış. Eski agoraya yakın olan minaresiz Yeni Cami ve Çarşı Hamamı ile Türk konakları ve çeşmeleri de adaya gelen Türklerin ilk uğrak yerleri arasında. Agios Athanasios Metropolit Kilisesi görülmeye değer. Şehrin en eski kilisesi olan Aghi Theodori de bu bölgede.
Kiosk (Köşk) olarak adlandırılan meydan ise adını Kaptanı Derya Cezayirli Hasan Paşa’nın donanma mürettebatı için yaptırdığı köşkten alıyor. Bu meydandaki 1891 yapımı mahkeme binası da eskiden Türk ortaokuluymuş. Deniz kıyısındaki eski Bizans kalesi ise Sultan Beyazıt tarafından tamir ettirilmiş.
Gezimizin ikinci günü kuzeye doğru yönelip Mantamados kasabasını ziyaret ettik ve kilisede bir vaftiz törenine tanık olduk. 17. yüzyıldan kalma Taksiarhis Manastırı, taş evleri ve seramik atölyeleri ile ünlü bu kasabada bir jet uçağının kilise yakınına düştüğü ve yaralı kurtulan pilotun rahip tarafından tedavi edildiği anlatılıyor. Bu olayın anısına uçak kilise yanında sergileniyor.
İkinci durağımız olan ve bol virajlı yollardan geçerek ulaştığımız adanın kuzeyindeki Skala Skamnias ise popülerliği artmış şirin bir balıkçı köyü. Kayalıklar üzerindeki küçük Panagia Gorgona kilisesi, bu köyde doğmuş çağdaş yazar Stratis Myrivilis’in “Denizkızı Meryem” romanına da konu olmuş.
Kilisenin karşısındaki lokantada kendinize bütçenizi zorlamadan ıstakozlu spagetti ziyafeti çekebilir ve asla pişman olmazsınız. Deniz ürünleri açısından zengin olan Yunan adalarında porsiyonlar büyük, fiyatlar ise bizdekinden oldukça düşük.
Bir sonraki durağımız Molivos (Mithymna) kasabası, nefes kesici manzarası ve tablo gibi güzelliği ile beni büyüledi. Ortaçağ’dan kalma Bizans kalesinin taçlandırdığı kasabada kayalara iliştirilmiş gibi duran teraslı kafelere oturup şekersiz buz gibi limonata içerek manzarayı seyre dalmanın tadı bir başka. Molivos’un parke taşlı sokaklarında miskin miskin uyuyan kediler arasında gezinip Osmanlı’dan kalma iki üç katlı konakların ve çeşmelerin izini sürmek ayrı bir keyif. Koruma altındaki Molivos’ta da fazla yapılaşmadan kaçınılmış, az katlı binalar doğaya ve birbirine uyumlu. Kalenin altındaki yamaç boyunca şirin hediyelik eşya dükkanları sıralanıyor. Yamacın alt bölümünde yol ikiye ayrılıyor, sol tarafta plajlar, sağ tarafta ise otel, lokanta ve kafeler yer alıyor. Her köşesine zevk ve estetiğin hakim olduğu bu güzel kasabada görüntüyü bozan tek şey direkler arasında salkım saçak sallanan elektrik ve telefon kabloları.
Aynı akşam Molivos’tan birkaç kilometre ilerdeki Petra köyüne ulaştık, tepesinde köye adını veren Panagia Glykofilousa kilisesinin yer aldığı Petra’ya bizi çeken, ünü ada sınırlarını aşan Kadınlar Kooperatifi’nin işlettiği restorandı. 1983’te kurulan kooperatif agro-turizm modelinin en başarılı örneğini sergiliyor. 36 dolayında üyesi olan kooperatif İzmir Karaburun’da 2003 yılında kurulan benzer bir kooperatifle kardeşlik kurmuş. Petralı kadınlar yerel ürünleri üretmek ve restoran işletmek dışında pansiyonculuk da yapıyor.
Restoranda yemek sonrası yerel tatlılar ikram ediliyor. Kadınların başarısı çevredeki esnafı kıskandırmışa benziyordu, çünkü lokanta çıkışı kadınlar kooperatifinin ürettiği reçellerin satışının yapıldığı yeri sorduğumuz satıcılardan hiçbiri bize yardımcı olmadı.
Midilli’deki üçüncü günümüzde yönümüzü adanın batısına çevirdik, sulak alanlardan geçerken beyaz flamingolara rastlamak sürpriz oldu. Vatousa ve Hidra köylerinde verdiğimiz molalardan sonra esas hedefimiz olan Sigri yakınlarındaki Fosil ormanına ulaştık.
20 milyon yıl önce volkanik püskürme ile üzerini çamur seli ve kül tabakasının kapladığı ağaçlar taşlaşmış ve adeta katman katman mermere dönüşmüştü. Dünyadaki az sayıdaki örneklerden birini oluşturan bu ormanla ilgili, 1994’te kurulmuş ve 2004’te UNESCO Dünya Jeoparklar Ağı’na kabul edilmiş bir de müze var.
Sırada antik çağların lirik şairi ve edebiyat dünyasının ilk lezbiyeni olarak ünlenen Sappho’nun doğduğu Eresos köyü vardı. İkindi vakti ulaştığımız Eresos sahilinde plajda çırılçıplak denize giren kadın çiftlere rastlamak bu gezinin bir başka ilginç anısı oldu.
Aynı akşam sardalyası ile ünlü Skala Kalloni’ye gidip kıyıdaki restoranlardan birinde kendimize balık ziyafeti çekerken yan masadan Edremit göçmeni bir aileden geldiğini ama henüz Edremit’i görmediğini söyleyen yaşlıca bir bey bize küçük bir şişe uzo ikram etti.
Midilli’de dördüncü günümüzü adanın güneyini keşfe ayırdık, pembe zakkumların çevrelediği yemyeşil bir tünelden geçerek girdiğimiz Plomari’de 1813’ten kalma bir çınarın altında kahvelerimizi yudumlayıp Sabun Müzesi’ni ve Barbayani Uzo Müzesi’ni ziyaret ettik.
Aghios Isidhoros’ta plajın kristal berraklığındaki sularında yüzüp, dağ tepe virajlı yollardan, çam ve kestane ormanlarından geçerek 475 metre yükseklikteki geleneksel Ayasos köyüne ulaştık, seramik sanatının ve tahta oymacılığının gelişkin olduğu köyden yağ peyniri ve kestane balı alarak ayrıldık.
Mytilini’ye döndüğümüzde bize adanın asıl sürprizi olan, Yunanistan’ın ünlü sanatçısı Haris Alexiou konserini dinlemek üzere marinaya, 2. Expo Ege Fuar alanına gittik.
“Harula” adalı gençleri coştururken biz de o büyülü gecede “Telli Turna” ve “Olmasa Mektubun” şarkılarının Yunan versiyonlarına Türkçe eşlik edip içimizden Ege’de kardeşliğin hiç bozulmamasını diledik. Ertesi sabah Ayvalık’a dönerken Midilli’ye tekrar gelmek arzusuyla doluyduk.