Yunan Adaları

Meis

 

Meis (Kastelorizo), Kaş’a kuş uçumu mesafede, fotoğrafsal açıdan az bulunur güzellikte şirin bir Yunan adası. Pastel renkli neoklasik tarzda evleriyle Symi’nin adeta küçük bir modeli! Meis’te yaşayan bir avuç insan turizm ve balıkçılıkla geçiniyor. Kış gelip de turistler el ayak çektiğinde adaya sessizlik egemen oluyor.

Meis (Kastellorizo), Oniki Adalar Grubu’nda yer alıyor ve idari açıdan bağlı olduğu Rodos’a gemiyle 6 saat, karşı komşusu Kaş’a ise 25 dakika mesafede. Adaya Yunanistan’dan havayolu ile ulaşmak da mümkün. Yüzölçümü 9.2 kilometrekare olan Meis, Akdeniz’deki stratejik konumu nedeniyle çağlar boyunca istilalara sahne olmuş. Gemicilik ve deniz ticareti ile zenginleşen Meis’in nüfusu 2. Dünya Savaşı’ndan önce 15 bine yakınmış. Savaşta bombardımana uğrayan ve yakılıp yıkılan ada o yıllarda özellikle Avusturalya’ya büyük göç vermiş. Şimdi kışlık nüfusu 250-300, yazlık nüfusu 500-600 civarında. Nüfus erozyonunun yanı sıra adanın önemli bir sorunu da susuzluk.

Yunanca adı Megisti olan Meis’e gitmeden önce iki gece, Kaş’ın Limanağzı mevkiindeki La Moda Hotel’de konakladık. Yılın yarısını İskoçya’da, yarısını Kaş’ta geçiren ODTÜ mezunu Yusuf Bey, İskoçyalı eşi, üç kızı ve damadı ile burada mükemmel bir aile işletmesi yaratmış. Denizden motorla ulaşılan tesisin, doğanın ortasında her türlü gürültüden uzak konumu da, turkuaz renkli pırıl pırıl suyu da, yemekleri de muhteşemdi. Burayı o kadar sevdik ki komşu adada yer ayırtmamış olsaydık, birkaç gün daha kalabilirdik. 7 Eylül 2016 sabahı “Yolcu yolunda gerek” deyip, Kaş’tan Meis Express teknesiyle “yakın komşu”ya hareket ettik. Gecikmeli olarak 10.20’de hareket eden gemimiz 10.45 sularında Meis’e vardı. Liman boyunca, birbirleri ile uyum içindeki renkleri ışıl ışıl suya yansıyan, çoğu üçgen alınlıklı ve iki katlı, 20. yüzyılın başlarından kalma neoklasik tarzda evler diziliydi. 1512’den 1920’ye kadar Osmanlı idaresinde kalan adada o dönemin hatırası olan kırmızı kubbeli küçük cami, limanın sol köşesinde bu fotoğrafsal güzelliği tamamlıyordu.

Limana indiğimizde önümüze çıkan ilk kafeye oturup birer kahve söyledik. Kafe sahibi konuşkan bir adamdı, bize ayaküstü adada çok az insan yaşadığını, herkesin birbirini tanıdığını, burada kaybolmanın ya da birbirini kaybetmenin imkansız olduğunu söyledi. Sonra yoldan geçen orta yaşlı bir adamı işaret ederek onun aileden gelen ruhsal bir rahatsızlığı olduğunu anlattı, ayağı ile yere bir çizgi çizerek, “Hepimiz bir gün kendimizi bu eşiğin karşı tarafında bulabiliriz” dedi. Zaman zaman toplumsal cinnetin eşiğinde gezinen bir ülkenin insanları olarak bu felsefi mesajı kendimize göre yorumladık.

Bana bizim Prens Adaları’mızdan Burgaz’ı hatırlatan sakin sesiz bir ada olan Meis’te büyük otel yok. Otel sınıfına giren tek yer limanın sağ başındaki Megisti Hotel. Sezon nedeniyle o da dolu olduğundan biz de adalıların işlettiği pansiyonlardan birinde kaldık. Sahile birkaç dakika mesafede daracık bir sokakta yer alan Alexander Pansiyon’un sahibi hanım, Türkçe kursuna devam ettiği için dilimizi az çok konuşabiliyordu. İstanbul’u ve Adalar’ı gezdiğini anlatarak bizi üç katlı pansiyonun dik bir merdivenle ulaşılan üçüncü katına çıkardı. Oda geniş ve yüksek tavanlıydı. Eşyalarımızı bırakıp çevreyi keşfe çıktık. Agios Georgios Kilisesi ile bir antikacının ve kafelerin bulunduğu meydanı geçip Megisti Hotel’in bulunduğu uca vardıktan sonra yönümüzü U harfi şeklindeki limanın öteki ucunda yer alan ve müze işlevi gören 1755 yapımı tek minareli Osmanlı camiine çevirdik. Bakımlı görünen cami o saatte kapalı olduğundan içini gezemedik. Limanı çevreleyen kordon boyunca kafe, lokanta ve barlar diziliydi. Aralarında tek bir banka ve bir iki butik ile hediyelik eşya dükkanları vardı. Dükkanlarda çeşitli seramik eşyalar, biblolar, nazarlıklar, Meis magnetleri satılıyordu. Sokakta kurulmuş iki tezgahta ise kadınlar adanın yerel reçel ve bitkilerini tanıtıyordu. Binaların önünde ancak iki üç kişinin yan yana geçebileceği kadar bir boşluk bırakılmış, deniz tarafına masalar dizilmişti. Arka plandaki daracık sokaklarda pansiyonlar, evler, iki market ve bir fırın vardı. Binaların sırtlarını verdiği kıraç ve dik yamaçlar, yıllar önce dikilen çamların serpilmesi ile yeşile bürünmüştü.

Öğle yemeği için sahildeki restoranlardan Lazarakis’e oturduk. Sahibi bize “Erdoğanistan’da durum nasıl?” diye laf atıp, Türkçe bilen Romanyalı garsonunu masamıza yönlendirdi. Menüden Yunan salatası, kalamar dolması, Symi karides ve istiridye ile bira sipariş edip, denizde adeta şov yapan caretta carettaları seyre daldık. Yemeğin üzerine mastika likörü ikram edildi.

Liman bölgesinde deniz pek berrak görünmüyordu ve bütün limanı bir aşağı bir yukarı kateden bir çift caretta caretayla aynı yerde yüzmek de gözümü korkutuyordu. Ne de olsa birkaç hafta önce Bodrum’da Orak Adası yakınında carettaların hışmına uğrayan bir kadını, yaralarına pansuman yaptırmak için geldiği özel hastanede gözlerimle görmüştüm. Sora sora caminin arkasındaki Patraki plajından denize girebileceğimizi öğrendik. Bol merdivenli, inişli çıkışlı sahil yolunu takip ederek ulaştığımız minik plajın karşısında üzerinde yıkıntılar olan küçücük bir ada vardı. Girişi taşlı, suyu sığ ve çalkantılı olan bu plaj da benim gibi sakin deniz seven birine hitap etmiyordu. Deniz ve güneş faslını kısa tutup, kale kalıntılarına ve müzeye ulaşılan merdivenli dar sokaklarda gezindik. St.John şövalyelerince yaptırılan ve günümüzde harap halde olan kaleye kızıl taşlarından ötürü Castel Rosso adı verilmiş. Castellorizo (Kastelorizo) adı da buradan geliyormuş. Adanın ön bölümündeki binaların bakımlı olmasına karşılık, dolaştığımız arka sokaklarda üzerinde satılık tabelası bulunan çok sayıda yıkık dökük ev gördük.

Beş çayı için sahildeki Meltemi Cafe’nin yolunu tuttuk, gittiğim tüm Yunan adalarında olduğu gibi burada da çaylar demleme değil daldırma yöntemiyle hazırlanıyor ve cam bardakta değil seramik kupayla servis ediliyordu. Sipariş ettiğimiz, bizdeki Laz böreğinin Yunan versiyonu olan galakto boreko ise nefisti. Kaş’tan Meis’e sefer yapan teknelerin haftanın bazı akşamları dönüş saati olan 16.00’ya ek olarak 23.00 alternatifini getirmesi sebebiyle limanda hala Türk gruplar vardı. Ertesi gün için Saint George adasına deniz taksi rezervasyonu yaptırdığımız ofisteki hanıma bu yaz sezonunu nasıl geçirdiklerini sorduk. Geçen yıla oranla Avusturalya’dan gelen ada kökenli ziyaretçi sayısının yarı yarıya azaldığını, Türk misafir sayısının ise üçte bir oranına düştüğünü, bu yüzden kötü bir sezon geçirdiklerini söyledi.

Akşam üzeri Saint George Kilisesi önündeki denize nazır küçük meydanda Remezzo adlı kafede oturup güneşin altın ışıklarının sapsarı bir renge boyadığı binalardan yavaş yavaş çekilişini izledik. Akşam yemeğini meydana yakın Sydney Restoran’da yedik. Yaşlı bir çiftin işlettiği restoranın menüsünden papalina, ahtapot salatası, patlıcan pabucaki ve yaprak sarma seçtik. Bizimle Türkçe konuşan Sydney’in sahibi Mösyö Vangeli, “Gençliğimde Rodos’ta bir arkadaşımdan Türkçe konuşmayı öğrenmiştim. Sonrasında 40 yıl Avusturalya’da yaşayınca hiç konuşamadığım için Türkçem geriledi” dedi. Yemekten sonra yine Meltemi Cafe’ye gittik, camekanında tepsiyle sergilenen bol tarçınlı, muhallebili tel kadayıf nefis görünüyordu, “unsuz diyet”ime aynı gün ikinci kez ihanet ederek tadına baktım, gerçekten harikaydı. İlerleyen saatlerde yakınlardaki bir tavernadan yükselen Yunan müziğinin coşturduğu bir grubun sirtakiye kalkması geceye hareket getirdi.

Adadaki ikinci günümüzde güneş doğmadan kalktık, feribot iskelesinin yakınlarındaki 400 basamaktan oluşan meşhur beyaz merdivenleri tırmanarak tepedeki meydana çıktık. Güneşin doğuşunu izlediğimiz bu tepede, her yıl Mayıs ayının 3. haftasında adına geleneksel hale gelmiş bir festival düzenlenen Saint Constantin and Helen Katedrali bulunuyordu. Granitten yapılma 12 sütunu Anadolu’dan, Likya dönemine ait Apollon Tapınağı’ndan getirilmiş olan 1833 yapımı görkemli katedralin yakınında çakıltaşlı zeminiyle dikkat çeken kaderine terkedilmiş bir manastır, bir okul ve Lady of Ro heykeli vardı. Bu heykel 2. Dünya Savaşı’nda yerleştiği ıssız Ro adasında Yunan bayrağını dalgalandıran Despina Achladioti adlı kadın adına dikilmiş. Katedralde sabah 7’de çanların çalmasının ardından ayin başladı. Bir saat süren ve mikrofondan yayınlanan ayin, biz limanın diğer tarafına döndüğümüzde oradan da duyulabiliyordu. Erken saatte yaptığımız keşif yürüyüşü sonunda acıkmıştık. Pansiyonda kahvaltı verilmediğinden, iki sokak ilerimizde yer alan fırından sandviç ve börek alıp sahildeki bir kafeye oturduk. Kahvaltı sonrası pansiyona döndüğümüzde, suların akmadığını görerek şaşırdık. Adanın suyunun Rodos’tan tankerlerle taşındığını ve su sıkıntısının hep var olduğunu öğrendik.

Saat 10.00’da limandan deniz taksiye binerek birkaç dakika mesafedeki Saint George adası plajına gittik. Kaş’ta tanıştığı Meltemi Cafe’nin sahibinin oğlu ile evlenerek bu adaya gelin gelen Huri adlı genç hanımın eşiyle birlikte işlettiği bu plajda deniz suyu tam da sevdiğim gibi çalkantısız ve pırıl pırıldı. Turkuaz rengi su o kadar sıcaktı ki girerken en ufak bir ürperme bile hissetmedim. Plajda İspanyol ve Türk turist grupları vardı. Öğle yemeğini de plajın restoranında yedik. Bira yanında kalamarla birlikte sipariş ettiğimiz nohut köftesi muhteşemdi. Huri hanım, adadaki hayatın sonbahardan sonra sönükleştiğini, emekliler, çalışmayanlar ve balıkçı ailelerinden başka kimsenin kalmadığını söyledi. Hastanesi ve eczanesi olmayan, sadece bir sağlık merkezinin bulunduğu adada kışların da çok fırtınalı ve sert geçtiğini, kendilerinin bu yüzden altı ay Kaş’ta altı ay Meis’te yaşadıklarını anlattı. 17.15’te deniz taksi ile limana döndük. Pansiyona vardığımızda sular gelmiş, odamız temizlenmişti. Akşam sahilde tur atıp Hint malı kıyafetler satan iki butiğe göz attık, birinde fiyatlar makulken, özel renk ve desenlerde kumaşlarla hazırlanmış daha tarz giysiler satan diğerinde 50 Euro’dan başlayıp 200 Euro’nın üzerine çıkıyordu. Artık dolabımdaki giysiler de evimdeki eşyalar da üzerime üzerime geldiğinden ve son yıllarda minimalist tarzı benimseyenleri gıptayla izlediğimden, alışverişe hiç kalkışmadım.

Adadaki ikinci akşamımızda limandaki Billys Fish Restoran’da patatesli akya balığı, Yunan salatası, kalamar tava, peynir saganaki ve cacıki ile uzo sipariş ettik. Restoranın önünde oturan ve bizimle sohbet eden Meltemi Cafe’nin sahibi, masamıza küçük bir şişe Barbayani gönderince nazik jesti için teşekkür ettik.

Meis’teki üçüncü ve son günümüzde, sabah yine fırından kahvaltılık çörekler alırken satıcı kızla sohbet ettik, her ay gittiği Kaş’ı çok beğendiğini söyledi. Antalya ve Kaş, belli ki ana karaları Yunanistan’dan çok uzakta kalan adadakilerin hayatlarında vazgeçilmez bir yere sahipti. 10.30’da deniz taksisine kişi başı 10 Euro ödeyerek Mavi Mağara’nın yolunu tuttuk. Deniz takside, dümeni tutan turizmci Antonis’in bize müthiş bir balıkçı ve dalgıç diye tanıttığı, bir arkadaşının oğlu küçük Yorgo ile bir yattan bize katılan üç Türk yolcu da vardı.

Mağaranın giriş oyuğu o kadar alçaktı ki, Antonis hepimizin kayığın zeminine uzanmasını istedi. Eşiği aştığımızda içerde masmavi, ışıl ışıl bir dünya ile karşılaştık. Mağaranın suyu sıcacıktı, diğer yolcular kayıktan atlayıp yüzdü, biz fotoğraf çekmekle yetindik. Bu mağaranın güzelliği ile İtalya’nın Capri adasındaki Mavi Mağara’nın ününü geride bıraktığını öğrendik.

Tur dönüşü pansiyona gidip eşyalarımızı topladık, bizi sağlık ve huzur dileyerek uğurlayan sıcakkanlı pansiyon sahipleri ile vedalaştık. Bavulumuzu limana yeni yolcular getirmiş olan Meis Ekspres gemisine teslim edip ellerimizi rahatlattıktan sonra, çeşitli dönemlere ait antik buluntuların, ikonların, fresklerin, eski kıyafet ve dokumaların sergilendiği Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Kale burçlarına kurulan müze, limanı görüntülemek için çok uygun bir konumdaydı.

Müze ziyareti sonrası limanın diğer ucuna kadar yürüdük. Öğle yemeği için adanın en popüler restoranı Alexandra’ya gittik. Yemekler lezzetli, fiyatlar makuldü. Biz yemekteyken saat 14.00 sularında limana giren Blue Star Patmos gemisi neredeyse tüm koyu kapladı. Rodos’tan gelip yine Rodos’a döndüğünü öğrendiğimiz gemi, limanda kaldığı yarım saat boyunca kordon boyunda bir hareketliliğe yol açtı.

Daha sonra sahildeki kafelerden birinde oturup frappe içerek gemimizin kalkış saatini bekledik. Çevremizdeki kafelerin önüne atılmış sandalyelerde orta yaşın üzerindeki yorgun bakışlı balıkçılar kahvelerini yudumluyordu, üç gün içinde neredeyse hepsinin yüzlerine aşina olmuştuk, onlar da bu küçücük adada birkaç gün geçiren hemen herkes gibi bizi de tanımışlardı. Gözlerinden, yaklaşan kışla birlikte gömülecekleri yalnızlığın hüznünü okumak mümkündü. Bir zamanların deniz ticaretinde söz sahibi, varlıklı ve capcanlı adası stratejik konumunun sağladığı avantajı savaş, yangın, deprem gibi felaketler sonrası yitirmiş, göç üstüne göç vererek en önemli zenginliği olan insanlarını kaybetmiş, yaz aylarında turizmle hareketlense de yılın yarısında ıssızlığa mahkum olmuştu.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir