Paros
Paros denilince aklıma ilk gelen, doğal güzelliklerin rafine zevklerle, estetik ve zarafetle harmanlandığı muhteşem sahil kasabası Naoussa. Adanın merkezi Parikia’da ise iç görünümü ile Ayasofya’nın küçük bir modelini andıran Yüz Kapılı Kilise görülmeye değer.
Kyklad grubunun üçüncü büyük adası olan Paros’a 25 Haziran 2016 tarihinde Atina’dan kalkan Aegean Havayolları uçağı ile yarım saatlik bir uçuşla ulaştık. Adaya Pire Limanı’ndan kalkan tarifeli gemi seferleri ile gelmek de mümkün.
Taksiyle adanın içlerine doğru ilerlediğimizde her yanın dağlar ve tepelerle kaplı olduğunu gördüm. Tepeler arasında açılmış yollar boyunca karşımıza genelde iki katlı evlerden oluşan seyrek yerleşimler, bunları çevreleyen fıstık ve kaliforniya çamları, palmiye, zeytin ve limon ağaçları çıktı. Zakkumlar, begonviller bahçe önlerini ve duvarlarını süslüyordu.
Taksici, adada bu mevsimde sıcaklığın 32-34 derecelerde seyrettiğini söyledi. Adanın yerleşik nüfusunun 13 bin dolayında olduğunu da ondan öğrendik. Yaklaşık 25 dakika süren yolculukla adanın doğusundaki balıkçı köyü Piso Livadi’de, önceden rezervasyon yaptırdığımız Aloni Hotel’e vardık. Otel sahibi bize odamızı gösterirken nereden geldiğimizi sordu, “İstanbul” deyince, iki yıl önce şehrimize geldiğini ve Boğaz’a hayran kaldığını söyledi. Prinkipolu olduğumuzu söylediğimizde ise ağzından kocaman bir “Oooo” nidası yükseldi.
Odamıza yerleştikten sonra otelden çıkıp 5-6 dakika yürüme mesafesindeki plaja yöneldik. Plaj, balıkçı teknelerinin dizili olduğu bir mendireğin korumasındaydı ve yoldan ılgın ağaçları ile ayrılıyordu. Kumsalda güneşlenen aileler arasına karıştık, pırıl pırıl suya dalıp yolculuğun yorgunluğunu attık. Sonra hemen plajın önündeki otobüs durağından sefer saatlerini öğrendik. Yakındaki turizm acentasından otobüs bileti alırken görevli nereden geldiğimizi sorup, tıpkı otel sahibi gibi İstanbul ve adalara iltifatlar yağdırdı. Otele dönüp otel sahibinden akşam yemeği için restoran tavsiyesi istedik. Limanın ucundaki Halaris Balık Restoranı’nın balıkçı bir aile tarafından işletildiğini, orada her zaman taze balık ve deniz ürünleri bulabileceğimizi söyledi. Akşam saatlerinde gittiğimiz Halaris’in deniz kenarındaki masalarını çeri domateslerle doldurulmuş kavanozlar süslüyordu. Menüden safranlı rizotto eşliğinde Sword balığı, buharda pişmiş midye, cacıki, Yunan salatası ve Paros uzosu sipariş ettik.
İşletmeci ailenin genç ve güleryüzlü mensupları siparişleri koşar adım getirdiler, hepsi de taze ve lezzetliydi. Biz oturduğumuzda neredeyse boş olan lokanta tıklım tıklım dolunca, yemek sonunda istediğimiz hesabın gelmesi 45 dakikayı buldu. Sonunda 40 Euro hesapla birlikte ikram olarak portakal reçelli yoğurt ve minik bir şişe sakız likörü geldi. Lokantadan ayrılıp yakındaki korudan yükselen cırcır böceklerinin konserini dinleyerek otelimize döndük. Ertesi sabah odamızın panjurlarını açtığımızda ciğerlerimizi Ege’nin kadim rüzgarı “meltemi” ile doldurduk. Kahvaltı otelin terasında yapılıyordu. Tepsilerde alışıldık kahvaltılıklar dışında, tapas gibi ekmek üstü sıcak atıştırmalıklar ve krep, revani gibi seçenekler de vardı. Kahvaltı sonrası mendirek çevresinde yürüyüş yaptık. Bir zamanlar mermer ocakları ile ünlü olan şimdilerde tatil köyüne dönüşen Piso Livadi’de alışveriş için girdiğimiz bir butikte sohbet ettiğimiz dükkan sahibi hanım büyükannesinin Anadolu kökenli olduğunu, kendisine “yavuklun var mı” diye sorduğunu anlattı. Köyden 11.40’ta kalkan otobüsle, adanın cazibe merkezi olarak bilinen kuzeydeki Naoussa kasabasına hareket ettik.12.10’da vardığımız Naoussa’da sahile doğru inen kanalı takip ettik. Kanal üzerinde bir köprü vardı, çevresinde kazlar, ördekler ve adını bilmediğim ibibikli kuşlar geziniyordu.
Sol tarafa doğru ilerlediğimizde o saatte kapalı olan Bizans Müzesi’nin önünden geçtik. Daha ilerde bir plaj vardı.
Limanın sağ tarafında ise balıkçı tekneleri diziliydi. Balıkçılar sandalyeler arasına ipler germiş, tuttukları ahtapotları kurutuyorlardı.
Adımlarımızı cafeler, barlar, lokantalarla çevrili limandan içerilere doğru yönelttiğimizde, Naoussa’ya cazibesini kazandıran, estetiğin ve zarafetin ön planda olduğu labirentvari sokaklar, begonvillerin süslediği tek ya da çift katlı bembeyaz binalar ve çok zevkli, tasarım ürünler satan küçük butik ve dükkanlarla karşılaştık.
Öğle yemeği için limandaki Achinos Restoran’a oturup ızgara ahtapot ve sardalya ile bira söyledik.Yemek sonrası otobüsle adanın merkezi Parikia’ya hareket ettik. Limana vardığımızda ilk gözümüze çarpan rıhtımdaki yel değirmeni oldu.
Kordon boyunca kafeler, lokantalar ve barlar diziliydi. Parikia’yı keşif turumuza 4. yüzyıldan kalmış bir Bizans kilisesi olan, kapı sayısınının çokluğu ile ünlü Panagia Ekatopiliani’yi (Yüz Kapılı Kilise) ziyaret ederek başladık. Ardından Parikia’nın Naoussa kadar gösterişli olmasa da güzel butikler ve cafelerle dolu çarşısında turladık. Mana Mana Cafe’de kahve molası verdik. Dar sokaklar tek ya da çift katlı, begonvillerle sarmaş dolaş yapılarla çevriliydi, siestacı kediler gölgeliklerde keyif çatıyordu.
Otobüsle Parikia’dan ayrılıp Piso Livadi’ye döndük. Soluğu denizde alıp sıcakta yaptığımız ada turunun yorgunluğunu üzerimizden attık. Akşam yemeğinde yine aynı restoranda ve aynı masadaydık. Bu kez şarap sosunda midye, mini karides tava, içine kapari ve börülce de katılmış zengin Paros salatası ve barbun balığı ile uzo sipariş ettik. Aile işletmesinin mensupları artık bizi tanımışlardı, bir akşam önce bir türlü gelmek bilmeyen hesap, bu kez istemeden geldi.
Ertesi sabah otobüs ile Parikia’ya doğru yola koyulduk. Yol boyunca gördüğümüz yerleşimlerde evler en fazla üç katlı, beyaz badanalı ve genelde mavi panjurluydu. Otobüs, Osmanlı hakimiyeti döneminde adanın merkezi olduğunu öğrendiğimiz dağlık kasaba Lefkes’den de geçti. Kasaba meydanında geniş teraslı lokantalar ve kafeler ile yerel ürünler satan dükkanlar vardı. Bahçeleri zeytin, incir, nar ağaçları, kaliforniya çamları, renk renk zakkumlar donatıyordu. Otobüsümüz 10.00’da merkez Parikia limanına vardı. Bu günü komşu ada Naxos’a ayırmıştık. Paros’a 19.00’da geri dönüp, Parikia’nın labirenti andıran sokaklarını tekrar dolaştık. Apollon Garden Restoran’da akşam yemeğimizi yedikten sonra sahilde tur attık. Feribot iskelesi önündeki yel değirmeninden limanın ucundaki yel değirmenine kadar cadde gece trafiğe kapatılmıştı. Gündüz güneş ışığı altında yanan ve sessiz sakin kabuğuna çekilen Parikia, gece hem ışıl ışıl hem de cıvıl cıvıldı. Lokantalar, cafeler, barlar, mum ışıklarının aydınlattığı masalarda müşterilerini ağırlıyordu. Geceleri ışıklandırılan kiliseler ile limana gelen ışıltılı gemiler bu atmosferi daha da güzelleştiriyordu. Biz de limanın ucundaki yeldeğirmenine kadar yürüyüp buradaki Alexander Cafe’nin terasında oturarak büyüleyici manzarayı seyre koyulduk. Geç saatte Piso Livadi’ye döndük.
Adadaki dördüncü günümüzde çağlar öncesinde bir parçası olduğu Paros’tan depremlerle kopan Antiparos’u ziyaret edip 17.00’de Parikia limanına döndük. Paros’taki son akşamımızı Naoussa’ya ayırmıştık.
Gündüz güzeli Naoussa’nın gece nasıl bir hal aldığını merak ediyorduk. Otobüsle Naoussa’ya vardığımızda motosikletli bir grup Türkle karşılaştık. Bodrum’a komşu Oniki Adalar’daki Türk bolluğundan buralarda pek eser yoktu. Limandaki Sigi İkthios Restaurant’ta somon fümeli, kaparili salata, safran ve uzo sosuna yatırılmış karides, buharda pişmiş midyeden oluşan hafif akşam yemeğimizi yerken çevredeki şık lokantalar ve barlar havanın kararmasıyla birlikte turistlerle dolup taşmaya başlamıştı. Naoussa’nın çarşısında son bir tur atıp taksiyle Piso Livadi’ye döndük. Adadaki son saatlerimizi koşuşturma yaşamadan Piso Livadi kumsalında geçirdik. Öğlen artık müdavimi haline geldiğimiz Halaris Restoran’da taratorlu midye tava ile ahtapot ızgara yedik.
Ardından adının Lefteris olduğunu öğrendiğimiz otel sahibinin arabasıyla yola koyularak havalimanına, oradan da Atina aktarmalı uçuşla İstanbul’a döndük. Dönüş yolculuğunda ister istemez “kendi köyüm” Büyükada (Prinkipo) ile beş günde gezdiğim üç adayı karşılaştırdım. Muhteşem yeşili, eşsiz köşkleri, yalıları ile benim adam şüphesiz bambaşkaydı, ama artık ne güvenerek denizine girebiliyor ne de bir zamanlar çok sevdiğim midyesini korkmadan yiyebiliyordum. Benim adam bir zamanlar nezih bir sayfiye yeriyken ve bu haliyle korunsa dünyada bir marka olabilecekken, yaz aylarında işporta tezgahlarından geçilmeyen, aşırı kalabalık ve sokakları çok kirli bir kasabaya dönüşmüştü. Kendi kültürünü yaşatmak yerine Arap kültürüne teslim olmayı seçmiş, çay bahçeleri nargilelerle donatılmış, mikrofonlardan bizim şarkılarımız yerine Arapça şarkılar yükselir olmuştu. Akülü araçların yarattığı kaos alıp başını gitmişti, ne yollarda yürümek mümkündü ne tehlike atlatmadan bisiklete binmek. Denizlerini de, evlerinin ve dükkanlarının önlerini de tertemiz tutan, kıyılarını herkese açan, görselliğe önem veren, çorak alanlarda mimari ve estetik harikası kasabalar, köyler yaratan bu insanların turizmde katettikleri mesafeye hiç şaşırmayıp, kendi adamın derdine yanmalıydım!