Girit
Doğu Akdeniz’deki cazip konumu nedeniyle çağlar boyu istilalara, savaşlara mekan olan Girit, acı günlerini çok gerilerde bıraktı; ada halkı keyifli yaşam tarzları ve sağlıklı beslenme modelleri ile dünyanın gıpta ettiği insanlar haline geldi. Bu yaşam tarzını yerinde görmek üzere eşim ve ben, dört arkadaşımızla 2013 yılı Mayıs ayının 2’sinde İstanbul’dan Olympic Havayolları uçağı ile Atina’ya uçup, oradan aktarma yaparak Girit’e ulaştık.
Akdeniz’in 5. büyük adası olan Girit’in başkenti Heraklion’daki, Zorba romanının yazarı Nikos Kazancakis’in adını taşıyan havalimanına vardığımızda güneş batmak üzereydi. Karaya ayak basar basmaz bir adaya değil de herhangi bir şehrin otogarına gelmiş gibi bir hisse kapıldım, çünkü her tarafta seyahat acenteleri, bilet ofisleri, taksi kiralama şirketleri ve bol miktarda da araç vardı. Zaten Girit o kadar büyük ki (8 bin 300 kilometrekare) bizim Prens Adaları’mızın toplamı Girit’in yanında bir su damlası kadar kalır. Havalimanından araç kiralayıp, Heraklion’daki otelimize doğru yola koyulduk. Yoğun araç ve motosiklet trafiği içinde yol alırken, çevrede karakteristik Yunan yapıları ile ilgisi olmayan, 4-5 katlı betonarme binalar ve alışveriş yerleri gördük. Otelimize yerleşip, tarihi kaleye ve limana bakan terasında yemeğimizi yedikten sonra yaya olarak kent merkezini keşfe koyulduk. Girit doğumlu olan Yunanlıların efsanevi lideri Venizelos’un adını taşıyan meydana vardığımızda her yer cıvıl cıvıldı.
Venediklilerin hüküm sürdüğü dönemden kalma Aslanlı Çeşme’nin etrafındaki kafeler içkilerini ya da kahvelerini yudumlayarak yoğun sohbete dalmış ya da açık hava ekranında maç izleyen adalılarla doluydu. 17. yüzyıldan kalma bir Venedik yapısı olan belediye binası da ışıl ışıldı.
Bu tatili planlarken, bizden birkaç ay önce adayı gezen; seyahat önerilerine her zaman güvendiğim kardeşim Güzide’den bazı tüyolar almıştım. Güzide, Heraklion’un ticaret, Hanya ve Rethimnon’un (Resmo) ise turizm merkezi olduğunu söylemiş, başkentteki dünyanın en önemli müzeleri arasında gösterilen Arkeoloji Müzesi’ni ve beş kilometre mesafedeki, Minos uygarlığının kalıntılarını barındıran Knossos Sarayı’nı mutlaka gördükten sonra, “küçük Venedik” diye adlandırdığı Hanya’da kalmamızı önermişti.
Biz de ertesi gün Hanya’ya doğru yola koyulmadan önce şehrin merkezindeki Heraklion Arkeoloji Müzesi’ni gezdik. Buradaki M.Ö 6500 yılından başlayarak adada iz bırakmış tüm medeniyetlere, özellikle de Avrupa’nın ilk uygarlıklarından olan Minos Krallığı’na (M.Ö 3000-1400) ait buluntuları, duvar resimlerini, çömlekleri, heykelleri, mükemmel bir işçiliğe sahip mücevher ve aletleri hayranlıkla izledik. Hala çözülememiş hiyeroglifler, geometrik şekiller ve sembollerle bezenmiş Phaistos Diski ile ince kil plakalar üzerine yine çözülememiş Lineer A yazısıyla yazılmış el yazmaları da buradaki eşsiz arkeolojik koleksiyonun mutlaka görülmesi gereken parçaları arasındaydı.
Öğle yemeğinde adresimiz, yine Güzide’nin hararetle tavsiye ettiği, Marineli Street üzerindeki Terzaki Deniz Ürünleri Lokantası oldu, hem çok taze ve lezzetli hem de bizim adalara göre oldukça hesaplı olan mezeleri yerken kadehlerimizi kardeşimin şerefine kaldırdık.
Heraklion’un çarşısını da dolaştık, gündüz gözü küçük lokantalarda meze eşliğinde uzolarını demlenen yaşlı adalıları gülümseyerek izledik, bu yıl da revaçta olan dantel bluzlar satan bir dükkanda sohbet ettiğimiz satıcı hanımın, İstanbullu kadınların güzelliğine hayran olduğunu öğrendik. Heraklion’daki mağazaların büyük bölümünü ayakkabı ve sandalet satanlar oluşturuyordu. Renk ve model zenginliği şaşırtıcıydı. Giritlilere ayakkabı merakı, burada yaklaşık 450 yıl hüküm süren Venediklilerden mi miras acaba diye düşünmeden edemedim.
Adada kediler ve köpekler Avrupa şehirlerinde olduğu gibi evlerde değil, bizde olduğu gibi sokaklarda serbestçe dolaşıyor, meydanlarda yatıp tembel tembel geriniyorlardı.
Heraklion’daki otelimizden ayrıldıktan sonra Knossos’taki M.Ö 1700’lerden kalma Kral Sarayı’nı ziyarete gittik. Antik kentin girişinde bizi portakal ve mandalina ağaçları ile begonvil çardakları karşıladı.
Saray kalıntıları renkli ve güçlü sütunları, kraliçe odasını süsleyen yunus freskleri, büyük merdivenleri ile olduğu kadar, hijyen konusunda Minosluların yaşadıkları çağın çok ilersinde olduğunu kanıtlayan tesisat ve sifon sistemleri ile de görülmeye değerdi. Kalıntıları 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkaran İngiliz arkeolog Sir Arthur Evans’ın kazılar sırasında bir Türk beyinin konağında kaldığı da verilen bilgiler arasındaydı.
Heraklion’un güneybatısında yer alan balıkçı kasabası Matala’nın kumsallarında Neolitik çağdan kalma kaya mezarları var. 1960’larda Avrupalı ve Amerikalı hippiler tarafından işgal edilen Matala’da Bob Dylan, Cat Stevens ve Joni Mitchell şarkılar söylemiş. Zamanla kilise ve cuntadan yükselen karşı sesler nedeniyle hippiler adadan uzaklaştırılmış. O günlerin anısına Haziran ayında Plaj Festivali düzenleniyormuş. Hippilerin duvar sloganı ise Giritlilerin yaşam felsefesine uygun: “Hayat bugündedir. Yarın asla gelmez!”
HANYA-KONYA DEYİMİ NERDEN GELİYOR?
Akşama doğru Hanya’ya doğru yola koyulduk. Artık “Hanya’yı Konya’yı görmek” ne demekmiş, öğrenmenin zamanıydı. Öğrendik de! Konya’nın aslı Gonya’ydı (Gonia) ve Osmanlılar’ın 1645’te donanmalarını Hanya koyunun batısına yanaştırdıktan sonra askerlerini yerleştirdikleri manastırın adıydı. Osmanlılar manastırı yağmalayıp yakmışlar ve iki aylık direnişin ardından Hanya’yı Venedik yönetiminin elinden alarak, adanın geri kalanını ele geçirmek için üs olarak kullanmışlar. Adanın tamamına hakim olmaları ise 24 yıllarını almış. Söz konusu deyim zorluklarla karşılaşma anlamında kullanılırken, Gonia da Konya’ya dönüşmüş.
Üç saatlik bir yolculuktan sonra vardığımız eski Hanya şehri, Venedik Limanı’na bakan Ortaçağ’dan kalma yapıları ile bizi ilk bakışta büyüledi. Solmuş pastel renklerdeki bu Venedik binaları, uzun panjurlu, çıkma balkonlu tipik Rum evleri ve payandalı Osmanlı yapıları ile uyum içinde geçmiş çağlardan bugüne bir selam gönderir gibiydi. Her taraftan begonviller, hanımelleri fışkırıyordu.
Venedik Limanı’ndaki en çarpıcı yapılardan biri de Venedik fenerinin karşı tarafında yer alan, gezi grubumuzdaki adalı arkadaşımız Prof. İnci Yıldız’ın Viking şapkalarına benzettiği muhteşem kubbesi ile dikkat çeken Osmanlı hatırası Yeniçeri Küçük Hasan Yalı Camii idi. 1645’te eski bir şapel kalıntısı üzerine yapılan caminin minaresi yıkılmıştı.
Liman boyunca kafe ve tavernalar sıralanmıştı. Limandaki rock barlar uzun boylu, sportmen görünümlü Giritli gençlerle dolup taşıyordu. Mayıs başında İskandinav ülkelerinden çok sayıda turist de tatilini Girit’te geçiriyordu.
Venedik Limanı araç trafiğine kapalı olduğu için burada sadece bisiklet ve faytonla gezilebiliyordu. Limana çıkan bir sokakta yer alan otelimize eşyalarımızı bıraktıktan sonra ilk işimiz fayton turu yapmak oldu. Fayton durağı halen sergi salonu olarak kullanılan Yeniçeri Camii’nin hemen önündeydi. Bindiğimiz beyaz faytonun yine beyazlar giyinmiş ve başına bir kasket takmış olan sürücüsü Dimitri ile yarı Rumca yarı İngilizce sohbet ettik. İstanbullu olduğumuzu öğrenince büyükbabasının mübadele sırasında Urla’dan Girit’e geldiğini söyledi. Ben de baba tarafımın Selanik’ten İstanbul’a göç ettiğini söyleyince hemen elleriyle çapraz işareti yapıp ortak kaderimize işaret etti, ardından Urla’yı hiç görmediğini ve büyükbabasının memleketini merak ettiğini anlattı. Süslü püslü beyaz atı Catherina ile bize eski şehrin arka sokaklarında tur attırırken mihmandırlık yapmaktan da geri kalmadı. Atının dışkısını biriktirdiği kovayı ise yanından geçtiğimiz bir çöp bidonuna el çabukluğu ile boşalttı. Sokaklarda hiç at pisliği görmediğimizi söylememe bilmem gerek var mı?
Temizlik ekiplerinin sabahları erken saatlerde harıl harıl çalıştığını öğrendiğimiz Hanya’nın sokakları tek kelime ile pırıl pırıldı. Faytondan inince bir kitapçıya dalıp raflar arasında vakit geçirdim, Girit mutfağını ve Hanya’yı anlatan iki kitap aldım. Kitapçı 10 yıl önce Büyükada’ya geldiğini ve çok beğendiğini söyledi.
Girit denilince akla ilk gelenlerden biri de adalıların ot ve zeytinyağı ağırlıklı, sağlıklı beslenme alışkanlıkları. Giritlilerin uzun yaşamasının sırrı, sakin yaşam tarzları kadar beslenme alışkanlıklarında gizli ve her yıl onbinlerce turist yalnız sımsıcak güneşinden ve tertemiz denizinden yararlanmak için değil, aynı zamanda ünü dünyaya yayılan bu mutfağı yerinde tanımak için adaya akın ediyor.
Osmanlılar da Girit’i egemenlikleri altında tuttukları dönemde ada halkının mutfak kültüründe önemli izler bırakmış. Girit’te gittiğimiz lokantaların, cafelerin menülerinde musakka, kebap, baklava gibi Türkçe isimli pek çok yemeğe ve tatlıya rastladık. Etki yalnız mutfağa değil, dile ve geleneklere de yansımıştı.
Hanya’da ilk akşam yemeğimizi limandaki Monastiri Restoran’da yedik, menüden yerel balıklar, deniz ürünleri, baklalı enginar, kabak kızartması ve koyu Girit cacığı seçtik. Lezzet mükemmel, servis çok hızlı, fiyatlar makuldu. Yemekten sonra ikram olarak masaya getirdikleri ev rakısı bizim için çok sertti. Daha sonra gittiğimiz dondurmacıda üzerinde Türkçe “ekmek” yazan kadayıflı dondurmanın tadına baktım.
Ertesi gün karayolundaki pembe zakkum koridorlarından geçerek bir buçuk saatte Girit’in kültür merkezi olarak bilinen Rethimnon kentine vardık ve ilk işimiz, adada Venediklilerce yapılanların en büyüğü olan kalesini ziyaret etmek oldu. Kale içinde bir de minaresiz cami vardı. Osmanlı döneminin garnizon binası ise şimdi Arkeoloji Müzesi’ne dönüştürülmüştü.
Anlatılanlara göre İstanbul’un 1453’te Osmanlılarca fethinin ardından kentten ayrılan mimarlar, sanatçılar, Batı’daki Rönesans’ın bir benzerini Girit’te yaşatmışlar. 1571’de korsan Uluç Ali Reis Rethimnon’u yağmalayıp ateşe vermiş, büyük zarar gören kenti eski haline getirebilmek için yatırımlar yapılmış. Meydanları, çeşmeleri, yeni yolları, saraylarıyla Venedikli bir karakter kazanan kent, edebiyat ve güzel sanatlarda muazzam bir gelişme çağına girmiş. 1646’da Osmanlıların Rethimnon’u kuşatmasıyla birlikte, “Girit Rönesansı”nın da sekteye uğradığı anlatılıyor.
Günümüzde “felsefenin başkenti” diye ünlenen kentteki Felsefe Okulu’nun her yıl Ağustos ayında düzenlenen Rönesans Festivali’nde Yunanistan’dan gelen sanatçı ve aydınları ağırladığını da öğrendik.
Eski kentin labirenti andıran dar sokaklarında gezinirken pencereleri ahşap örmeli küçük Osmanlı evlerine rastladık ve 1620’lerden kalma Rimondi Çeşmesi önündeki canlı müzik dinletisine kulak verdik.
Venedik İç Limanı’nda bira içip soluklanmak için oturduğumuz bir lokantada garsonların ıstakoz tabakları ile masalar arasında koşuşturması dikkatimizi çekti. Girit’in aynı zamanda lakerda cenneti olduğunu duymuştuk ama Mayıs, mevsimi değildi. Girit’in en sevilen tatlısı olan, özel bir hamur içinde tatlımsı bir kremayla servis edilen ‘bougatsa’nın en iyi yapıldığı yerlerden biri de Rethimnon’du.
Akşama doğru Rethimnon’dan Hanya’ya döndük. Eski Hanya’nın yollarını arşınlarken Art Village sokağında seramik sanatçısı Apostolakis Konstantinos’un kadın figürlü nefis çalışmaları dikkatimizi çekti. Kendisini kısaca Dino adıyla tanıtan sanatçı, “Çevrede çok Türk ziyaretçi var, iyi alışveriş yapıyorlar, İskandinav ülkelerinden gelenler de çok ama onlar sadece bakıyorlar” deyince, “Türkler alışverişi ve yemeyi sever” dedik. Gülerek, “Rumlar da seviyorlar ama paraları yok” karşılığını verdi.
Kondilaki Sokak’ta karşımıza çıkan Ela Taverna da sütunlu avlusu ve kapısındaki muhteşem begonvil çardağı ile aklımızı çeldi ama yer olmadığı için yemeklerini test edemedik. Yönümüzü çevirdiğimiz Mihalis Restoran’da geceki Paskalya kutlaması için hummalı bir hazırlık vardı. Gece yarısı havai fişek gösterileri yapıldı, ertesi sabah da limandaki lokantalarda geleneksel kuzu çevirme etkinliğine tanık olduk.
Adadaki son günümüzü deniz keyfine ayırdık ve soluğu Hanya’nın batısında, eski şehre 15 dakika mesafedeki plajlardan birinde aldık. Deniz sezonunu açtığımız 5 Mayıs günü Girit’te hava sıcaklığı 30, deniz suyu sıcaklığı ise 20 derece civarındaydı. Şezlongumun yanında Yunanlı bir anne ile küçük kızı “ela-gel”, “kaçe-otur”, “kita-bak”, “endaksi-tamam” gibi basit sözcüklerle mırıl mırıl konuşurlarken ben kendimi bir an için çocukluğumun Büyükadası’nda, Kumsal’da itfaiye karşısındaki halk plajındaymışım ve etrafımda o zamanki Rum komşularımız varmış gibi hissettim.
Akşam Hanya’da limanda volta atarken süs kabağından ışıklı hayvancıklar satan bir dükkana girdik, satıcı sağlam paket yapmasını istediğimde “Galatasaraylı iseniz yaparım” diyerek beni şaşırttı. Bizi eski İstanbullu olan sarışın bir hanımla tanıştırdı. Limandaki Atina otelini işleten bu hanım aksanlı Türkçesi ile İstanbul’a olan sevgisinden ve Türk kadınlarına olan hayranlığından söz etti. Hanya’daki son akşam yemeğimizi yine ilk gece çok memnun kaldığımız restoranda yedik, akordeoncu Türk olduğumuzu öğrenince hemen “Katibim” ve “Darıldın mı cicim bana” melodilerini çalarak masamızı selamladı.
Tatilimiz sınırlıydı, Doğu Akdeniz’in Kıbrıs’tan sonra en büyük adası olan Girit’in Heraklion, Rethimnon, Hanya kentlerini zamanımız elverdiğince gezebilmiştik ama daha keşfedilecek şehirler, köyler, mağaralar, geçitler, kilise ve manastırlar vardı. Adanın Libya Denizi’ne bakan güney sahillerine hiç inemeden ayrılık vakti gelmişti. Hanya’ya, sırtını verdiği Beyaz Dağlar’a; Girit’in beyaz güvercinlerin uçuştuğu bol güneşli masmavi gökyüzüne, pırıl pırıl denizine, yemyeşil bağlarına, bahçelerine, verimli zeytinliklerine; Venizelos’un, El Greco’nun, Kazancakis’in memleketine; hayatı siestalarla, telaşsız, tadını çıkara çıkara yaşayan bu güzel adaya 6 Mayıs günü veda edip, Heraklion üzerinden 45 dakikalık bir uçuşla Atina’ya, ordan da “Hanya’yı Konya’yı görmek üzere” İstanbul’umuza ve adamıza geri döndük.
GİRİT’TE OSMANLI DÖNEMİ
Osmanlılar Akdeniz’i kontrol altına alabilmek için Girit’e hayati önem atfetmiş ve adayı Venediklilerden koparmak amacıyla defalarca girişimde bulunmuş. 1645’te Hanya’yı ele geçirmelerinin ardından 1669’da tüm adaya hakim olup 1898’e kadar yönetimi ellerinde bulundurmuş. Girit’in Ortodoks olan yerli halkının sempatisini kazanmak için Kydonia başrahibinin görevine dönmesini sağlayıp kilisesini restore etmiş, Katolik kiliseleri ile Venedik manastırlarını ise camiye dönüştürmüş. Hanya limanındaki caminin yanı sıra birçok çeşme ve hamam yaptırmış. Venedikli asillerin ve Hristiyanların ileri gelenlerinden bir bölümü İslam dinini seçmek kaydıyla ayrıcalıklarını korumaya devam etmiş. Hristiyanların çoğu ve Museviler endüstri ve ticaret ile uğraşırken Girit’e yerleşen Türkler zeytinyağı ve sabun üretimini geliştirmiş. Yunanistan’ın bağımsızlığını elde etmesinin ardından 1898’te Girit’te yarı bağımsız bir devlet kurulmuş, ada 1 Aralık 1913’te Venizelos liderliğindeki Yunanistan’a katılmış. 2. Dünya Savaşı sırasında Almanlar Girit’i işgal edince, kararlılıkları, mücadeleci ruhları ve dayanıklılıkları ile ünlü ada halkı 1941’den, istilacıların teslim olduğu 1945’e kadar müthiş bir direniş sergilemiş.
GİRİT MUTFAĞI VE BİR TARİF
Girit mutfağının karakteristik malzemesi olan zeytinyağı etsiz ve etli tüm yemeklerde kullanılıyor. Soğan önceden kavrulmayıp yağ ve etle birlikte soteleniyor. Bu mutfakta radika, arapsaçı, semizotu gibi otlar kadar sebzelere de bol yer var. Süt ve süt ürünleri çok tüketilirken kırmızı ete haftada 2-3 gün yer veriliyor. Deniz ürünü olarak Akdeniz balıklarının yanı sıra ahtapot, ıstakoz, salyangoz, mürekkep balığı ve yengeç tüketiliyor. Öğünlerde köy ekmeği yenirken fazla şeker içeren ağır tatlılara rağbet edilmiyor.
YOĞURTLU ENGİNAR
Malzeme: 1 kilo temizlenmiş enginar, yarım kilo yoğurt,1 küçük soğan, yarım su bardağı zeytinyağı,1 limon, 1 yemek kaşığı un, tuz, biber
Enginarları yıkayın, dörde bölün ve unlu limonlu suya atın. Soğanları zeytinyağında soteleyin ve enginarları birer birer içine atın. Tuz, biber ve üzerini örtecek kadar su ekleyin. 15-20 dakika kadar pişirin. Yoğurdu ekleyin, sosunu iyice çekecek şekilde kaynamasını bekleyin. Kaynayınca altını kapatın.