Pançolu Bebeğe Mektup
Henüz üç günlük bebekken sen de benim gibi Pançolu oldun. Panço nedir, nerededir, anlatayım. Büyükada’da bir zamanlar bugün Kumsal dediğimiz bölgenin sınırlarında kalan ve Panco mevkii diye adlandırılan, sakinlerinin hemen hepsi Karadeniz kıyısındaki köylerden getirilmiş Rumlardan oluşan bir yerleşim yeri varmış. 1870’lere kadar adanın en canlı bölgesiymiş burası. Şimdi belediyenin bulunduğu, yanan Plaj otelinin yerinde Pancos adlı bir meydan, Aya Dimitri Kilisesi’nin bitişiğindeki balıkçı barınağının yanında da Pancos adını taşıyan tarihi bir han ile kesme taştan yapılma Pancos iskelesi yer alırmış. Pancos adı devrin güçlü bir simasının soyadından geliyormuş. Panço da bölgenin yaz kış yaşanılan hareketli bir sokağıymış. Gel zaman git zaman sokağın adı Panjur olarak değişmiş.
Ben Panço adını ilk kez, babamın adına 1959 yılında düzenlenmiş ve senin hastaneden çıkar çıkmaz gözünü açtığın 1901 yapımı bu eve ait tapu senedinde gördüm. Ama Pancos ile ilgili bilgileri babamdan değil, Akillas Millas’ın Adalı Yayınları’ndan çıkan “Büyükada” kitabından aldım. Büyük olasılıkla babam da 1960 yılından yaşama veda ettiği 1989’a kadar 30 yıl yaz aylarını geçirdiği bu mahallenin geçmişi hakkında fazla bilgiye ulaşma şansına sahip değildi. Öğrenip anlatmışsa da bir kulağımızdan girip ötekisinden çıkmış olması ihtimali fazla; çoğumuz ancak ana babalarımız öldükten sonra can kulağı ile dinlemediklerimizin, kayıt altına almadıklarımızın eksikliğini hissetmiyor muyuz? Ola ki sen de benim anlattıklarıma kulak vermez ya da hikâyelerimi unutursun diye bu mektubu kaleme aldım.
Şanslı bebeksin, kuşaklardır adalardan kopamayan iki ailenin tek çocukları olan annen ve baban birbirlerini Büyükada’da tanıyıp sevmiş ve seni de doğar doğmaz Adalar Nüfusu’na kaydettirmiş. Onların evliliği farklı etnik kökenler, dinler ve diller üzerinden hep sözü edilen “ada mozaiği”nin somut bir örneğiyse, sen de bunun en tatlı meyvesisin. Bil ki önemli olan kökenin, dinin, dilin değil. Vicdan sahibi bir dünya vatandaşı olabilirsen ne mutlu hepimize.
Şanslısın, bir asrı aşkın süredir ayakta duran bu tek katlı evde, bir ada bebeği olarak tertemiz havayı soluyarak büyüyorsun. Koruk salkımlarıyla dolu asma çardağının güneşin ışınlarına geçit vermediği küçük ama yemyeşil bahçede, gündüzleri tüllerle kaplı sepetinin içinde oksijen çarpmışçasına mışıl mışıl uyuyor, geceleri içeri alındığında var gücünle bağırarak ortalığı ayağa kaldırıyorsun. Eminim ki kış gelip de Şişli’deki evinize taşındığında bu bahçeyi çok arayacaksın.
Kucağımızda bahçeyi gezerken yüz yıllık nar ağacının yapraklarına kayıyor gözlerin. Yaşlı ağacın kovuğuna gizlenmiş, hakikisinden farksız şirin bir sincap senin tarafından fark edileceği günü bekliyor. Evin arkasındaki saklı bahçede, yine yüz yıllık bir dut ağacı, gölgesinde seni ağırlayacağı günleri iple çekiyor. Ön bahçedeki meyve ağaçlarından malta eriklerini babam yetiştirmişti. Her yaz bu mevsimde çardağın altındaki masada annemle babam birlikte asma kabağı reçeli hazırlığı yaparlardı. Patlıcan pidesi, hünkar beğendi, yeniceli köftesi, kadınbudu köfte, islim kebabı, kâğıt kebabı, zeytinyağlı biber dolması, yaprak sarması, zeytinyağlı enginar, barbunya ve çalı fasulyesi çardak altında kurulan sofraların olmazsa olmazıydı. 2010’da yaşama veda eden sevgili annem, ileri yaşlarına kadar bizi bu güzel sofralarda ağırlamaya devam etti.
Panjur Sokak’ta ve bu bahçede ben ve dört kardeşim çok güzel bir çocukluk geçirdik. Okullar açılmadan bir iki gün önce Nişantaşı’ndaki yeşilden yoksun sokağımıza dönmek ve bütün kışı orada geçirmek öyle zor gelirdi ki. Bizim hikâyemizi konu alan “Panço Sokağın Çocukları” başlıklı yazımı, Adalı Dergisi’nin eski sayılarında bulup okursun belki ileride. Akillas Millas da Büyükada kitabında Pancos’dan söz ederken, “Panjur Sokak o eski günlerin tek hatırasıdır” diyor. Gerçekten de hep yaz kış yaşanılan hareketli bir sokak burası. Ancak 1980’lere kadar ne şimdiki gibi çok betonarme bina vardı, ne de kapının önünden geçen motorlusu, akülüsü ile türlü türlü araç. Sokağın simgesi Musevi sinagogunun güvenlik sorunu yoktu. Şimdi güvenlik kulübesi ve bariyerler az geliyor, bir de polis aracı köşede nöbet tutuyor.
Bu betonlaşma sorunu özellikle önemli. Yeşil azaldıkça dünya bir felakete doğru sürükleniyor. Çevreci olmanı, yeşili, doğayı sevip korumanı çok isterim. Bir de insanları ne giydikleri, hangi marka çanta ve ayakkabı kullandıkları, hangi araba, yat ve katlara sahip oldukları ile değil, dinleri ve etnik kökenleri ile hiç değil; içtenlikleri, sahicilikleri, güvenilirlikleri, bilgileri, doğaya ve insanlara saygıları, vicdanlı, demokrat ve barışçıl olup olmadıkları ile değerlendirmeni dilerim. Bir adalıya yaraşacağı gibi!
Hoş geldin İda, dünyamıza ve adamıza hoş geldin, bu satırları yazdığım gün bir aylık olan canım torunum. Şansın hep açık olsun! Dilerim dedemden babama, babamdan bana, benden kızıma miras ada sevgisini sen de kuşaklar boyu yaşatırsın!
(2017 yılında Adalı dergisinde yer alan bu mektubu blogumda bazı değişikler ve eklemelerle yeniden yayınladım.)
2 Yorum
Selami Gürel
Kalemine, yüreğine sağlık… İda’nın aramıza katılması, senin de bizleri Ada’mızın büyülü geçmişine götürmene vesile olmuş… Devamı gelecektir eminim…
Nilgün Refig Pala
Çok teşekkür ederim Selami.